Tercüme ve Adaptasyon Dönemi (1850-1914)∗

T.C.
ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ
İLAHİYAT FAKÜLTESİ
Cilt: 13, Sayı: 1, 2004
s. 195-212
Tercüme ve Adaptasyon Dönemi (1850-1914)∗
Pierre CACHIA**
Çev. Hasan TAŞDELEN
Dr.; U.Ü. İlâhiyat Fakültesi
Özet
Arap dünyası, Yunan düşüncesiyle çok erken bir tarihte
tanışmış olmasına rağmen, Arap müelliflerin Avrupa
dillerinden yaptıkları çeviriler 19. yüzyılın ikinci yarısına
tekabül eder. Avrupa etkisinin Arap dünyasına girdiği iki
büyük kapı vardır; bunlardan ilki, çoğunluğu Lübnan’da
bulunan Hıristiyan Arap edebiyatçılar, diğeri de Napolyon’un
Mısır’ı işgali sonucunda ortaya çıkan kültürel
ortamdır. Tercüme ve adaptasyon döneminin ilk başlarında
mutlak manada taklide dayalı edebî ürünler verilirken,
günümüze doğru giderek özgünlük kazanan nitelikli eserler
kaleme alınmaya başlanmıştır.
Summary
It is not very early that Arabic speaking world get
acquinted with European literature (i.e. in the second half of
the 19th. century) and literary genres although they had
met Greek thought in a very early period. The first eminent
effect of European literature on Arabic literature emerged as


Bu yazı, Pierre Cachia’nın An Overview of Modern Arabic Literature isimli
kitabının 29–42. sayfalarında yer alan The Age of Translation and Adaptation
adlı makalesinin tercümesidir (Edinburgh University Press, 1990). * * Pierre Cachia, Kolombiya Üniversitesinde, Orta Doğu Dilleri ve Kültürleri
Bölümü’nde hala görev yapmakta olan emekli profesördür.
193
translations and adaptations. So, Arabic writers had the
opportunity of considering new genres such as novel,
drama and so on. As for now, we can say that present
Arabic literature has assimilated these genres and adopted
them as a part of their own literature.
Anahtar Kelimeler: Translation, adaptation, Arabic literature,
literary genres
Key Words : Çeviri, uyarlama, Arap Edebiyatı, edebî türler
Yunan düşüncesiyle tanıştıkları tarihten, kendi çağdaş
rönesanslarını başlattıkları döneme kadar geçen süre zarfında,
Arapça konuşan toplumların (Arap toplumunun) ne bilimadamlarının
ne de müelliflerinin, herhangi bir Avrupa diline ihtisas
düzeyinde hâkim oldukları bilinmemektedir1. Bu durumun,
incelediğimiz dönemle tezatının daha büyük olması neredeyse
mümkün değildir.
Avrupalı güçler tarafından tedricî olarak elde edilen ve değişik
biçimlerde -ama en parlak şekliyle savaş meydanlarında- kendisini
hissettiren hâkimiyet, seçkin Arap entelektüellerini, kendi kendine
yetme yanılgısından kurtulmaya ve enerjilerini geniş kapsamlı
reformlara yönlendirmeye zorlamıştır, ki “Batı”nın başarılarından
haberdar olma zarureti, dün olduğu gibi bu gün de geçerliliğini
büyük ölçüde korumaktadır.
Bu ihtiyacın, öncelikle Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezinde
hissedilmesi, kapsamının genişlemesi ve Arap eyaletlerine yavaş
yavaş yayılması kaçınılmaz olan 18. yüzyıl askerî ve idarî
reformlarının da buradan başlatılması doğaldır. Bununla birlikte,
Araplara daha doğrudan ve güçlü bir teşvik, Bonaparte’ın 1798’deki
Mısır seferiyle -özellikle de Fransızların sadece, döneminin en son
teknolojisiyle donatılmış ordusuyla yetinmeyip, aynı zamanda,
bölgede kaldıkları kısa zaman diliminde son derece etkin roller
üstlenecek çevirmen ve bilimadamlarından müteşekkil grupları da
beraberinde getirmeleri sayesinde- söz konusu olmuştur.
Fransızların ne ölçüde derin ve kalıcı etkiler bıraktıkları
hususu tartışılabilir2. Kuşkusuz, onların ilk girişimleri, muvakkat

1 Avrupa’daki Müslümanların ilgisinin ne kadar az olduğu konusunda bkz.
Bernard Lewis, The Middle East and The West (Bloomington, Indiana
University Press, 1964); Yine aynı yazara ait Islam in History (London, Alcove
Press, 1973), özellikle 92-114. sayfalar. 2 J. Brugman, An Introduction to the History of Modern Arabic Literature in Egypt
(Leiden, Brill, 1984), s. 10-11.
194
tebaalarına değil, kendilerine fayda temin etme amacına yönelik
olmuş, bu nedenle şimşekleri üzerlerine çekmişler ya da en azından
yanlış anlaşılmışlardı. Bununla birlikte, Bununla beraber, açık fikirli
insanların aklına, güç mührünü taşıyabilecek ve her türlü dünyevi
menfaati vaat eden bir düşünce ve hareket tarzının ışıltısını
göstermişlerdi. Bu yüzden, bir sonraki Mısır idarecisi Muhammed
Ali’nin, Fransız modeli bir ordu teşkil etmekle işe başlaması ve böyle
bir ordu için lüzumlu olduğuna inandığı geniş kapsamlı değişikliklere
girişmesi de bir tesâdüf değildir. Yanısıra, Arap dünyasının
hemen her bölgesi, Batı Avrupa ülkelerinden birinin veya ötekinin
hakimiyeti altına girdiği için, ilk olarak Bonapart’ın kuvvetleri
tarafından sergilenen güç ve başarıyla bütünleştirilmiş batılı yöntemler
kısa bir süre sonra genel kabul de görecektir.
Hakikaten, batılı modeller Arap rönesansının (nahda) hemen
her alanında öylesine önemli roller üstlenmişlerdi ki, biri, bu
ilişkinin sadece bir vesâyet olduğu varsayımına karşı hemen bir
savunma yapma ihtiyacı duyabilir. Hatırlamakta yarar var ki,
“Batılılaşma”, yabancı idarenin devamına destek vermek mecburiyetinde
kalmalarından önce de, yerel elitler tarafından belirlenmiş
bir istikâmetti. Ve yine, bu davranışın arkasındaki itici gücün,
teslimiyet değil, aksine kendini ispatlamanın en kati bir yolu olan
benzeme arzusu olduğu; bir model olarak benimsenen ve tek parçalı
yapısıyla çoğu zaman idealleştirilen “Batı”nın, Arap düşüncesinin,
kendi ihtiyaç ve hayallerinin rengine büründürdüğü bir soyutlama
olduğu; seçeneklerde ne gibi hususların riske edildiği noktasında
ciddi hatalara düşülse bile, “Batı”yı taklidin eklektik olmasının
amaçlandığı; son olarak, gerçekleştirilen ilerlemenin nadiren önemli
sahalarda olduğu unutulmamalıdır.
Bu son kısım biraz izaha muhtaçtır. Modern Batı medeniyetinin
en çabuk etkileyen karakteristiği, onun teknolojik başarılarıdır
ve irade ve eylem adamları -Muhammed Ali gibi-, bunları benimseyip
taklit etmekle ne gibi kazançlar sağlayabileceklerini çok çabuk
farketmişlerdir. Kendilerine bilgi sağlayan entelektüel merakın
takdiri sonraki işti, yine aynı paketin bir parçası olan felsefî ve
estetik değerlerin kabulü ise daha da sonraya kalmıştı. Aynı
zamanda, batı esinli yenileşmeyi temsil eden her bir adım bir
sonrakini kolaylaştırmış; titiz bir eleme ile değil de sadece (Batıyla)
ilişkisi yüzünden bir meşrulaştırma prosedürü ile, buharlı motor ve
telsiz telgraf gibi faydası apaçık meydanda olan icatları ortaya
koymuş olan medeniyet, gerçekten modern hayatın hemen her
meselesinde bir çözüme sahiptir, konumuna getirilmiştir.3.

3 Sürecin tam bir açıklaması için ‘The Assumptions and Aspirations of Egyptian
Modernists’ in Islam: Past Influence and Present Challenge adlı makaleme
195
19. yüzyılın sonlarına kadar, belli başlı Arap ülkelerinde,
“Batı’nın, vahiy ürünü olan din dışında, hemen hemen her açıdan
mutlak anlamda üstün olduğu” düşüncesini o kadar da kesin biçimde
dillendirmeyen yeni bir tahsilli zümre yetişmiştir. Bunun sayısız
örneklerinden biri, “Avrupalı ve Doğulu yazarlar” arasında, özellikle
de onların kamu işleri üzerindeki tesiri noktasında bir karşılaştırma
yapan Corci Zeydan (1861-1914)’dır. Şöyle demektedir4:
Bu başlığı okuduğunuzda, iki grup arasında bir karşılaş-
tırmadan söz edilemeyeceğini düşünmüş olabilirsiniz. Ya da,
ülkelerinin politikalarını kalemleriyle belirleyen seçkin
Avrupalı yazarlar ile, beceriksiz Doğu yazarları arasında ne
türden bir bağlantı var diyebilirsiniz. Bunu inkar etmiyorum.
Zira, hem medeniyet düzeyleri bakımından iki bölge ülkeleri
arasında var olan muazzam uçurumun farkımdayım, hem
de, ya doğrudan yüksek makamlarda bulunarak veya dolaylı
olarak önde gelen partilerde görüşlerini yayarak hükümetin
dizginlerini ellerinde tutan Avrupalı yazarların sahip olduğu
yüksek statüyü biliyoruz. Gerçekten onlar, düşüncenin
liderleri, medeniyet yolunun fenerleri ve devlet mekanizmasınının
akıl hocalarıdır.
Burada beni, çok kuvvetli biçimde etkileyen şey, Zeydan’ın,
farklı medeniyetlerden değil, tek olduğunu düşündüğü bir medeniyetin
başarı derecelerinden söz ediyor olmasıdır. Bu ise, çok
sayıdaki etkinliğin, birer parçası durumunda olduğu değişimin
ivmesini işaret etmektedir. İnceleme maksadı ile bütün bunlardan
tercümeler seçmek zorunlu, ama aynı zamanda keyfîdir. Ve hem
yazar hem de okuyucuların önceliklerinin köklü bir şekilde yeniden
yönlendirildiği hakkında hiç bir şey söylememek, bu değişimin
yayıncılığın ve dergiciliğin yayılmasıyla çok yakından ilişkili olduğu
hatırlatılmazsa bir çarpıtma bile sayılabilir.
TERCÜME FAALİYETİ
Büyük ölçüde Mısır Kralı’nın kütüphanecisi sıfatıyla birinci el
kaynaklara ulaşma imkanı bulan Câk Tâcir tarafından başlatılan
çalışma sayesinde, ilk mütercimlerin kimler oldukları ve neleri
tercüme ettikleri hususunda doyurucu bilgilere sahibiz5. Başka

bakınız, ed. Alford T. Welch ve P. Cachia (Edinburg University Press, 1979), s.
210-235, (bu ciltte yeniden dizilmiştir.) 4 Corcî Zeydan, ‘Kuttab Urubba wa Kuttab ash-Sharq’, el-Hilâl, VIII, 8 (15 Ocak
1900), s. 230. 5 Cak Takir, Hareketu’t-Terceme bi Misr Hilâl el-Karn et-Tâsi ‘Aşar, (Kahire,
Maarif, [c. 1945]). Ayrıca bkz. Cemaleddin eş-Şeyyal, Târîhu’t-Terceme fi Misr fi
Ahd el-Hamle el-Fransiyye (Cairo, Daru’l-Fikr el-Arabi, 1950) ve Târîhu’tTerceme
ve Hareketu’s-Sekâfe fi ‘Asri Muhammed Alî (Kahire, 1951).
196
kaynaklarda da ulaşılabilecek isim ve başlıkları burada peşpeşe
sıralamak yerine, bu faaliyette sezinlediğim büyük enerji
patlamasına işaret etmek daha uygun olacaktır.
Söz konusu dönemle ilgili olarak başlangıçta hemen işaret
edilmelidir ki, tercüme faaliyeti noktasında ilk hareket, ilgisi,
neredeyse tamamen ordusunun ihtiyaç duyduğu teknolojiye
odaklanmış olan Mısır yöneticisi Muhammed Ali’den gelmiştir. O,
daha önceki çabaların meyvelerini de, 1780’den itibaren Türkiye’de
yapılan teknik tercümelerden yirmisini bastırmak6 ve Suriyeli
Hıristiyan mütercimlerden en az bir tanesini, daha önce Fransızlar
için de çalışmış olan Peder Rufâîl Zâhûr Râhib’i (1759-1831)7
hizmetinde kullanmak suretiyle devşirmişti. Ancak o, kendine özgü
enerjisi ve tek bir amaca yönelmesi sayesinde, bu hareketi çok daha
ilerilere taşıyacaktı8. Okullarda yabancı uzman kadrolarca okutulan
dersler derhal tercüme ediliyor, bir parça tashihten sonra daha geniş
kesimlerin yararına sunulmak üzere yayımlanıyordu. O, yurt dışına
gönderilen öğrencilerinden, oralarda okudukları metinleri tercüme
etmelerini de istiyordu. 1809 ve 1816 yılları arasında, daha fazla
kitaba ulaşmak için Fransa ve İtalya’yı didik didik araştıran bir
acenaya sahip olmuştu. 1835’te ise, yapılan çalışmaların niteliğini
yükseltmek, sürekliliğini ve yaygınlığını temin etmek, ayrıca devletin
bu faaliyette oynadığı rolün sürekliliğini sağlamak maksadıyla bir dil
okulu kurdu.
Bu girişimlerin en zahmetli kısmında, onun ve haleflerinin sağ
kolu olan şahıs, sadece çevirmen ve şaşılacak ölçüde enerjiye sahip
bir yönetici olarak değil, aynı zamanda çağının önde gelen
entelektüel şahsiyetlerinden biri olarak da kabul edilen Rifâa Râfiî etTahtâvî
(1901-73) idi. Elbette ki, sözü edilen ilk çalışmalar arasında
edebî metinler bulunmuyordu, ancak yeni fikirler daha geniş bir
alana yayılıyor ve Arapça, bunları ifade edebilmek için yeni kalıplara
sokulmaya zorlanıyordu ki zamanla bu bileşim dil alışkanlıklarını da
derinden etkileyecektir.
Bu şekilde ortaya çıkan akıntıya, büyük bir kol da, Hıristiyan
misyoner faaliyetleri tarafından eklenmiştir. Gerçekten en başta
Suriyeliler olmak üzere Hıristiyan Araplar, ilk dönem Nahda
faaliyetlerinin değişik alanlarında diğerleriyle mukayese
edilemeyecek ölçüde büyük katkı sağlamışlardır. Bunun sebebi
onların, -cemaat bağlarının, millî ve etnik olmaktan çok, dinî

6 J. Heyworth-Dunne, ‘Printing and Translation under Muhammed Ali’, Journal
of the Rolay Asiatic Society (July 1940), s. 336. 7 Matti I. Moosa, ‘Early 19th Century Printing and Translation’, Islamic
Quarterly, XIV, 4 (Kasım-Aralık 1970). S. 207-9. 8 Bkz. Heyworth-Dunne, aynı eser, özellikle s. 341-2, 332-3.
197
temellere bağlı olarak şekillendiği bir dönemde-, Hıristiyan Avrupa’da
doğan veya Hıristiyan Avrupa tarafından yayılan fikirleri
Müslümanlardan daha kolay kabul edilebilir bulmuş olmalarıdır.
Malta’da kurulan Anglikan Kilisesi Misyoner Derneği, 1825
tarihinden itibaren Arap dünyasında dağıtılmak üzere Arapça
metinlerin basım işine başladığında, bu eserlerin yayılması da
kolaylaşmış oluyordu. Bu işe bir süre sonra, faaliyetlerini 1834’te
Lübnan’a kaydıracak olan Amerikan Presbiteryen Misyonerler
Merkezi de katıldı. Bu durum, Cizvitlerin karşı bir atağını
tetiklediğinde, Hıristiyanlık propagandasından daha çok kültürel
açıdan bir hareketlilik söz konusu oluyordu.
Kitab-ı Mukaddes’in, birbirine rakip tercümelerinin yapılmış
olması, burayla doğrudan ilişkilidir. O zamana kadar, Kutsal
Kitab’ın, Arapça olarak basılan kısımları sadece, 1591’de Medici
Oriental Press tarafından yayımlanan9 ancak anlaşıldığı kadarıyla ele
aldığımız dönem için yeterli sirkülasyonu bulunmayan İncil ile; 1614
gibi erken bir dönemde Roma’da basılan Psalms (Mezmurlar) idi10.
Bu yeni girişimde, batılı alimlerin yanı sıra, Fâris (daha sonra Ahmed
Fâris) eş-Şidyâk (1804-1887), Butrus el-Bustânî (1819-1883) ve
Nâsif el-Yâzîcî (1800-1871) gibi devrin önde gelen kimi Arap yazarları
da sürece dahil olmuşlardı. Bununla birlikte, birbirlerinden pek az
farkı olan, ancak bazı şairlerin -bilhassa da Suriye menşeli Amerikan
vatandaşı Arap göçmenlerin- hitap tarzı ve düşünceleri üzerinde
etkili olduğu görülen olan çok sayıda Protestan ilâhisi de -tabi ki
dünyevileştirilmiş şekliyle- Arapça tercümeleriyle kullanılmaya
başlandı11.
Açıkçası, bu Hıristiyan tercümeleri sınırlı bir halk kesimi için
yapılmıştı. Buna karşılık, Batılı Arap Dil ve Edebiyatı bilginleriyle
ortaklaşa yürütülen böylesi kapsamlı çalışmalarla elde edilen eğitim
son derece değerliydi. Yanı sıra, Müslüman ve Hıristiyan toplumlar
arasında karşılıklı fikir alışverişi de -bilhassa 1860’larda, Müslüman
ve Hıristiyan unsurlar arasında farmasonlar tarafından bir ölçüye
kadar yeni köprüler inşa edilip12, sonrasında geniş kapsamlı ortak
milli idealler söz konusu olunca- kaçınılmazdı.
Muhtemelen en önemli dalga halinde ilerleme, artık, devletin
veya yabancı misyonerlerin desteğini beklemeyip doğrudan yeni bir
okuyucu zümresine seslenmeyi tercih eden bireylerin, yalnız kendi

9 Robert Jones, ‘Arabic Publications of the medici Oriental Press, 1584-1614’
metin Uluslar arası BRISMEN/MESA Konferansında takdim edilmiştir,
Temmuz 9, 1986. 10 Marun Abbud, Sakru Lubnan (Beyrut, 1950) s. 49-50. 11 Shmuel Moreh, Modern Arabic Poetry 1800-1970 (Leiden, Brill, 1976), s. 24-
32. 12 aynı yer, s. 98-101.
198
edebî değerleri ve eğlence gereksinimleri için metin tercüme ve
uyarlamasına yönelmesiyle gerçekleşti. Bu tür çabaların kayıtlı ilk
örneği -Rufâîl Zâhûr Râhib’in Fransa’da kaleme aldığı Fables of La
Fontaine adlı eseri ile Malta’da basılan anonim nitelikteki Robinson
Crusoe adlı çalışma istisna edilirse13- Tahtâvî tarafından yapılan
Fénelon’un Télémaque çevirisidir, ki, Mısır’ın yeni yöneticisi Abbâs’ın
emriyle devlet işlerindeki harcamaları kısıtladığı, Tahtâvî’nin
Sudan’daki bir ilkokul müdürlüğüne tenzil-i rütbe ile atandığı bir
dönemin ürünü olması şaşırtıcı değildir.
Bu, bir şekilde ayrı bir öncü teşebbüs olarak görünüyorsa da,
sözü edilen tercüme hareketinin güçlenmesinden çok da önce
değildir. Muhammed Yûsuf Necm14, Mısır’da 1870 ile 1914 yılları
arasında tercüme edilmiş olan yetmiş kadar Fransız romanından söz
etmektedir. İngilizce ve İskoç dilinde kaleme alınmış bazı tercümeler
de (bilhassa Sir Walter Scott’ınkiler), İngilizlerin bölgede varlıklarını
doğrudan hissettirmelerinden sonra ortaya çıkmaya başlamıştır.
1858’de Beyrut’ta kurulan Hadîkatu’l-ahbâr ile başlayan,
ancak en büyük etki alanını daha sonra Mısır’da oluşturan devlete
bağlı olmayan dergiciliğin süratli gelişimi tercüme faaliyetlerine
büyük bir ivme kazandırmıştır15. Özellikle kısa hikayeler, dergilerde
hatta gazetelerde güçlerini sergileyebilecekleri hazır bir ortam
bulmuşlardır. Bir çok roman da, tefrika halinde, ilk olarak bu kısa
ömürlü medya vasıtasıyla ya da bir periyodiğin özel sayıları olarak
ortaya çıkmıştır.
Beklenebileceği biçimde, edebî bir üslupla kaleme alınmış olan
tarih kitapları, o zamanki Arap okurlarca tanınan şaheserlerin
büyük çoğunluğunu oluşturmuştu. Bununla birlikte, tercüme
edilenlerin büyük bir kısmı o kadar da nitelikli ürünler değildi.
Bunların çoğunluğunu; korku romanları, casus ve dedektif
hikayeleri, ucuz macera romanları gibi sansasyonel ürünler teşkil
ediyordu. Bunun nedenini anlamak hiç de zor değil: Araplar
açısından bu kadar yeni bir edebî türde, edebî zevk tam anlamıyla
oturmamıştı ve o zamana kadar itibar görmüş olan ve ağırlıklı olarak
hitaba dayalı resmî edebiyata taban tabana zıt bir çizgiye kayıyordu.
Böylece, 1880’lerde, Muhammed Abduh’un dahi ilgisini çekecek
ölçüde büyük ilgi uyandıran, Edip İshak (1856-1885) ve Selim enNakkaş
(?-1884) tarafından tercüme edilen Pierre Zaccone’in La

13 Matti Moosa, aynı eser, s. 210-1. 14 Muhammed Yûsuf Necm, el-Kıssa fi’l-Edeb el-Arabi el-Hadis, s. 13-21. 15 Henri Pérès, ‘Le Roman, le conte et la nouvelle dans la littérature arabe
moderne’ Annales de l’Institut d’Édutes Orientales, cilt III, yıl 1937, s. 266-
337. Tercüme edilen romanları ihtiva eden bir dergilerin bir listesi
vermektedir.
199
Vengeance adlı romanı, bugün artık unutulmaktan
kurtulamamıştır16.
Tiyatro da, bu alandaki öncü çabalardan olma iddiası içindedir.
Çünkü, Avrupaî tarzda yazılan ilk Arapça tiyatro oyunu, 1847 yılı
sonlarında Beyrut’ta sahnelenen Mârun en-Nakkâş’ın (1817-1855)
Behîl’i, büyük ölçüde Molière’in L’Avare (Cimri) adlı eserini temel
almıştı. Zaten kısa bir süre sonra bunu doğrudan tercümeler takip
edecekti. Bununla birlikte, sözü edilen dönem boyunca, canlı tiyatro,
ilgileri büyük ölçüde temsil/icra üzerinde yoğunlaşan aktöryöneticilerin
elindeydi. Bu yüzden, bu şahısların, bizzat yazdıkları
veya sipariş ettikleri çeviri, uyarlama veya orijinal eserler, kendi
zamanlarında hemen hiç basılmıyor, dolayısıyla da sadece kendi
patronlarına ulaşabiliyordu.
Yazılı tiyatro eserlerine esas katkı sağlayan ilk kişi, tiyatro
kumpanyalarıyla ilişkisi olmayan biriydi. Tahtâvî’nin talebesi olan bu
şahıs, devlet hizmetindeki ağır resmî mütercimlik vazifesine ilave
olarak, yargıçlık ve bir dönem bakanlar kurulu üyeliği de yapmış
olan Muhammed Osman Celâl’di (1829-1898). En azından bir
romanın ve -nazım olarak- La Fontaine’nin fabıllarının Arap
versiyonlarını ortaya koyan Osman Celâl’in gönlü, bariz biçimde hep
tiyatrodan yana olmuştur. Vâdi’n-Nîl’de (4. cilt, s. 58, 11 Kasım
1870) tanıtımı yapılan ve El’âbu’t-tiyâtrât adıyla İtalyanca’dan
tercüme edilen bir ciltlik tiyatro yapıtını kendisine borçlu olup
olmadığımız kesin değildir. El’âbu’t-tiyâtrât’ın ne türden bir yeniliği
temsil ettiği, başında yer alan “edebî bir yenilik ve bir Arapçalaştırma
denemesi/çalışması” ya da “Arap dilinde yeni bir telif türüne giriş”
ibaresiyle vurgulanmıştır17. Kesin olan bir şey varsa o da, Molière’den
beş, Racine’den de üç tiyatro oyununu tercüme eden Osman Celâl’in,
klasik Fransız tiyatrosuna özel bir önem atfetmiş olduğudur. Onun
çalışmasının dikkate değer tarafı, hâsılatla hiç ilgilenmemesine
rağmen, en nitelikli trajedileri bile aktarırken halk nazmını seçmesi
açısından, bir çok tiyatro yazarından daha başarılı olmasıdır.
Bu gibi şiirsel tiyatro oyunları, daha önce bahsi geçen kilise
ilâhilerini ve Süleyman el-Bustânî’nin (1856-1925) 1904’te yaptığı
âbidevî ama bir ikincisi olmayan İlyada çevirisini bir tarafa
bırakırsak, şiir, mütercimler üzerinde diğer türler kadar etkili
olmamıştır. Ahmed Şevkî’nin (1868-1932), 1887-1891 yılları
arasında Fransa’da bir öğrenciyken La Martine’den çevirdiği, ama
kendi şiirinde bile büyük bir etki yaratmadığı anlaşılan ‘Le Lac’

16 Henri Pérès, a. Eser, s. 267.
17 ‘Bid’a edebiyye ve Kıt’a Târîhiyye ev İdhâl Uslûb Cedid mine’t-Telif fi’l-Luga elArabiyye’,
Yusuf Ramiş tarafından alıntılanmıştır. Usratu’l-Muveylihî ve
Âsâruhâ fi’l-Edebi’l-Arabî (Kahire, Maarif, 1980), s. 153.
200
tercümesi -ki kaybolmuştur- örneğinde de görüldüğü üzere, Avrupai
tarz lirik şiir hakkında dikkat edilmeye değer birkaç yaklaşım
bulunmaktadır. İngiliz Romantiklerine gelince, 20. yüzyıl
başlarındaki Dîvân ekolü ortaya çıkıp, ağırlıklarını daha çok
dergilerde hissettirmeye başlayana kadar yeterince ilgi odağı
olamadılar. Byron hakkında yedi çeviriyi içeren bir kitap 1912’de
Muhammed es-Sıbâî tarafından basıldı. Ancak, İngiliz şairlerinden
yapılan asıl en kapsamlı ve yetkin tercümeler, şiirleri 1929 senesine
kadar bir kitap haline getirilmemiş olan Abbâs Mahmud el-Akkâd’a
(1889-1964) ait olanlardı18.
Bu fenomeni, Batı’ya ait somut ürünlerin, soyut olanlarla
kıyaslandığında çok daha kısa vâdede beğeni topladığı şeklindeki
genel kanıya bağlamaya çalışmak aldatıcı olabilir. Aslında daha
anlaşılır bir açıklama şudur:
Anlatı sanatı ve tiyatral türler, Klasik Arap edebiyatı açısından
tamamen yeni şeylerdi. Bu yüzden taklid edilebilecek modeller
sadece yabancı olanlardı. Halbuki şairler, kendi kültürleri içinde
yararlanabilecekleri son derece zengin bir hazineye sahip
bulunmaktaydılar.
Batı’yı anlama çabalarındaki genel ilginin giderek artması ve
derinleşmesi, mütercimlerin kendiliklerinden, eğlence maksatlı edebî
ürünlerden fikir telkininde bulunan felsefî eserlere yönelmeleriyle
belirginleşmiştir. Bu bağlamda kayda değer bir öncü, Gustave Le
Bon’un sosyolojik eserlerini ve E. Demoulins’in À quoi tient la
supériorité des Anglo-Saxons? Adlı bir çalışmasının yanı sıra, -ilki
1888’de olmak üzere- Jeremy Bentham’a ait yedi kitabı da tercüme
eden Fethî Zağlûl (öl.1914) idi19. İngiliz işgali altındaki topraklarda
Demoulins’e ait Fransızca bir kitabın seçilmiş olmasının önemi
âşikârdır. Benzer türden çalışmaların çok geçmeden katlanarak
artacağında ise hiç şüphe yoktur.
ENGELLER
Arap mütercimler tarafından sergilenen dinamizm ve girişimcilik
ruhu, çeviri macerasına adım atan hemen herkese bildik gelen
“gerekli olan yegâne şeyin, her iki dilde de akıcılık olduğu” basit
varsayımının yanı sıra, ilave bir takım özel sorunlarla karşı karşıya
kalma zorunda bulunmuş olmaları açısından çok daha etkileyici

18 bkz. Muhammed Abdulhay, ‘A Bibliography of Arabic Transtlations of English
and American Poetry (1830-1970)’, Journal of Arabic Literature, VII (1976), s.
120-150. 19 Jak Tacir, a. Eser, s. 127-8.
201
olmuştur. Bu konuda, sözü edilen öncü şahsiyetlerden biri olan
Şidyâk, bir şiirinde kendisini şu şekilde anlatmaktadır20:
Tercümede titiz davranmayan kişi,
Bu işin ne kadar sıkıntılı olduğunu bilemez:
Sadece savaşçı, savaşın ateşiyle kavrulur!
Aşina olmadığımız,
Bize uygun olmayan,
Ve bizde karşılığı bulunmayan binlerce kavram görüyor;
Fasıl yapılması gereken yerde vasıl yapıldığına,
Bağlam gerektirdiği halde,
İtnâb yerine îcâz yapıldığına tanık oluyorum.
Kolayca farkedileceği gibi, en temel sorun, sadece modern
bilimlere dair değil, aynı zamanda yeni edebî türlere dair de teknik
sözlüklerin bulunmayışıydı. İlginçtir ki, Muhammed Abduh, 1881
senesinde romanla ilgili değerlendirmelerde bulunurken, yeni edebî
türü tanımlamada Fransızca asıldan türetilen Rûmâniyyât dışında
başka bir sözcük bulamamıştır21. Benzer şekilde, sonraki çeyrek
asırlık bir süre içinde, rivâye kelimesi hem ‘roman’ hem de ‘tiyatro’
için kullanılmıştır.
Bir Arap entelektüelinin ne tür bir baskı altında faaliyet
yapmak zorunda kaldığının, ortaya koyduğu maharetin ve tamamen
farklı iki ayrı çabanın birbirini nasıl beslediğinin açık bir örneği,
Şidyâk’ın, ‘sosyalist’ sözcüğüne Arapça karşılık bulmak için
bocalamasında görülebilir. Bu durum, el-Cevâib editörü olarak ve hiç
kuşkusuz çoğu editör gibi zamanla yarışırken, -Fransız Communard’ları
gibi- Avrupa’daki değişik sol eğilimli grupların faaliyetlerini
yorumlamak mecburetiyetinde kaldığı zaman söz konusu oldu. Son
olarak, kendisine ait daha önceki bir tercümesinde (The Acts of
Apostles, 4:32)22 de başvurduğu iştirâkî sözcüğünü türetmeden önce,
es-Susyâlist el-kâilîn bi’l-iştirâk fi’l-emlâk gibi farklı dolambaçlı
ifadelere baş vurmaktaydı. Her ne kadar Spiro’nun 1903’te
yayınlanan İngilizce-Arapça Mısır Günlük Konuşma Dili Sözlüğü,
susyâlistî sözcüğünü o gün için bir alternatif olarak vermişse de,

20 ‘Imad as-Sulh’dan alıntılanmıştır, Ahmed Fâris eş-Şidyâk: Âsâruhû ve ‘Asruh
(Beyrut, en-Nehar, 1980), s. 144. 21 Henri Pérès, a. Eser, s. 267.
22 Bir mütercim olarak Şidyak’ın çalışmaları, bkz. Imad es-Sulh, aynı eser, s.
144-165. Alıntılanan bu örnek s. 160-2’de tartışılmıştır. (Ancak Kitab-ı
Mukaddes’ten alınan pasajın yeri yanlış olarak Acts 4:23-25 şeklinde
belirtilmiştir.)
202
Şidyâk tarafından türetilen iştirâkî sözcüğü bugün için artık
benimsenmiş durumdadır.
Bu güçlük, Arapların, hem bir vahiy aracı, hem de şanlı
geçmişlerinin korunduğu bir vasıta olarak gördükleri dillerine olan
köklü saygılarının bir sonucudur. Bu konudaki mücadele -sonuç
alınıncaya kadar- uzun bir süre devam ettiğinden, o dönemde,
Arapça’nın, mükemmel ve kusursuz bir dil olduğuna dogma gibi
inanan ve -bilhassa 1910-1925 yılları arasında cereyan eden- ateşli
polemiklerde23 -ki, sırf Arap dilinin zenginliğinden habersiz olmaları
sebebiyle modernistlerin, bu dile ödünç kelimeler alma veya yeni
kelimeler türetmeyi gerekli gördüklerini iddia etmekteydilermodernistlere
âdetâ saldıran katı bir muhâfazakârlar kitlesinin var
olduğu gerçeği kolayca dikkatlerden kaçabilir. Üstelik, Şidyâk’ın,
yukarıda aktardığım şiirindeki, neyin îcâzlı ve neyin itnâblı olması
gerektiğiyle ilgili kararı verme noktasındaki güçlüğe ilişkin iması
şunu da ortaya koymaktadır ki; Arap mütercimler, daha en başından
itibaren, yaptıkları işi ‘harfi harfine kopyayla gerçekleştirilen bir taklit
ameliyesi’ olarak değerlendirmeyip, daha çok yeni bir toplumun
ihtiyaçlarına adaptasyon süreci olarak görmüşlerdir. Örneğin Şidyâk,
İncil tercümesi üzerinde çalışırken, birlikte çalıştığı İngiliz
mütercimlerin, bir sözcüğün kesin anlamına karar verebilmek
etimolojik bir maceraya dalmalarından, Kur’an-ı Kerim’in manidar ve
parlak üslûbu karşısındaki şüphelerinden duyduğu rahatsızlığı
gizlemez.
En azından, yapılmakta olan şeydeki (tercümedeki) materyal ve
üslup seçimi, o dönem için hâkim olan standartları yansıtmaktaydı.
Böylece, 19. yüzyılda ortaya konan tercümelerde, -her ne kadar
olaylar hemen hemen aslına yakın biçimde anlatılıyor olsa da- uzun,
kafiyeli başlıklar, geçmiş yüzyılların üslup tercihlerindeki ısrarın bir
göstergesi olmaktadır.
Bunun güzel bir örneği, Paul et Virginie’dir. Düğüm noktası,
sahile yakın bir noktada, su alıp batmakta olan gemideki bir kadın
kahraman olan, daha doğrusu, dökümlü eteklerini sıyırmaktansa
ölümü tercih ederek bir denizci tarafından kurtarılmayı reddeden
Virginie adındaki bir kadın olan bu hikâye üç kere tercüme
edilmiştir. Muhammed Osman Celâl’in tercümesi şöyledir: el-Emânî
ve’l-minne fî hadîsi Kabûl ve Verd Cenne (harfiyyen tercüme etmek
gerekirse: Kabûl ve Verd Cenne’nin hikâyesindeki arzular ve ihsanlar;
ya da daha serbest biçimiyle: Kabûl ve Verd-i Cenne’nin

23 Bu zıtlığın bir yansıması için, bkz. Tâhâ Hüseyin, Hadîsu’l-Erbiâ, c. II (Kahire,
el-Matbaa et-Ticariyye el-Kübra, 1937), s. 327-9.
203
hikâyesindeki umut ve umudun gerçek oluşu)24. Burada kullanılan
Kabûl ve Verd Cenne sözcükleri özel isim olmakla birlikte, aynı
zamanda “Benimseme” ve “Bahçe Gülü” anlamlarını da taşımaktadır.
Hikâye kahramanlarına verilen isimler, sadece fonetik bakımdan
orijinallerine yakın olmak veya Arapça olarak da bir takım
çağrışımları (biraz zorlama da olsa) bulunmakla kalmamış, aynı
zamanda metin de kafiyeli bir nesirle düzenlenmiş, bir takım lirik
ifadeler ve felsefî düşüncelerle bezenmiştir. Osman Celâl aynı şeyi
tiyatro oyunlarında da yapmıştır. Ona ait eş-Şeyh Metlûf adlı tiyatro
oyunuyla, Moliere’in Tartuffe’sinin25 birinci perdesi arasında
yapılacak olan ayrıntılı bir karşılaştırma şunu ortaya koyacaktır: o,
hikâye kahramanlarını Müslümanlaştırdıktan sonra, hem din
adamlarına yöneltilen eleştirileri, hem de çocukların, anne ve
babalarına karşı isyankar ifadelerini yumuşatmıştır. Diğer indî
değişilikliklerden bahsetmeye gerek bile yoktur. Ki bütün bunların,
karakterizasyona ve tiyatral etkiye bir miktar olumsuz tesirleri
olmuştur.
Diğer bir açıdan bakıldığında ise, uyarlamalar öylesine
serbestti ki, daha sonra bir eleştirmen, 20. yüzyılın ilk çeyreğindeki
yazarları kastederek, bunların “tercüme ederken müellif gibi
davrandıklarını, telif ederken de mütercim gibi davrandıklarını” dile
getirmiştir26. Bunun tipik bir örneği, hiç Fransızca bilmediği halde
birkaç Fransız romanını tercüme eden Mustafa Lütfi el-Menfelûtî’dir.
Bana söylendiğine göre, -en azından 1920’li ve 1930’lu yıllardaki
romantik eğilimin altın çağını yaşadığı dönemde- istikbal vadeden
genç yazarlar, duygu anlatımlarını, başlıkları kendileri tarafından
belirlenen ‘serbest tercümeleri’ aracılığıyla dergilere takdim etmekteydiler.
Zira, Batılı ürünlerin itibarı o kadar fazlaydı ki, basılma
şansını yakalaması için böyle yapmanın eseri orijinal olarak
sunmaktan daha iyi olacağına inanıyorlardı.
Bu süreçte kullanılan iki terim, ‘ta’rib’ ve ‘tamsir’, Türkçe
karşılıklarıyla ‘Arapçalaştırma’ ve ‘Mısırcalaştırma’ terimleridir. Söz
konusu terimler, her zaman kesin bir anlamda kullanılmamış, -
Örneğin Muhammed Osman Celâl’in ta’rib kelimesini halk diline
çevirmek manasında kullanması, kendisine özgü bir kullanımdır -
bununla birlikte her ikisi de, fasih Arapça’ya ya da Mısır lehçesine
sırf bir tercüme ameliyesinden daha fazla bir şey ifade etmiştir.
Özellikle tiyatroda yapılan şey, en azından olaylar örgüsünün bir

24 bkz. H.A.R. Gibb, ‘Studies in Contemporary Arabic Literature’, Bulletin of the
School of Oriental Studies, V, cüz 3, s. 1-2. 25 In Shimon Ballas , ‘Itlalah ala Menhec Muhammed Usman Celal fi’t-Terceme’,
el-Karmil, 6 (1985), s. 7-36. 26 Habîb Zehlâvî, ‘Kitaban ve Katiban’, er-Risâle, XVII, 821 (28 Mart 1949), s.
379-381.
204
Arap veya Mısır muhitine aktarılması ve dolayısıyla karakterlerin,
toplumca benimsenen gelenek ve göreneklerle uyumlu hale
getirilmesiydi.
1. Dünya Savaşı sıralarında şekillenmeye başlayan örneklerde,
modern Arap tiyatroculuğunun baş mimarı olan Tevfik el-Hakîm’in
(1899?-1987) kişisel tanıklığına şahit oluyoruz27:
‘Mısır diline aktarılmış’ yabancı oyun, iktibas -kelime
anlamıyla, yanmakta olan ateşten bir odun parçası alma
(dolayısıyla ‘edinme’ ve ‘adaptasyon’ demektir- sözcüğüyle
tanımlanmaktaydı. Buna karşılık, -Menfelûti’nin
çevirilerinde görüldüğü gibi serbest tercüme edilmiş yabancı
bir roman için de ‘Arabization/Arapçalaştırma’ terimi
kullanılmaktaydı. Daha doğrusu, ‘Arapçalaştırma’ terimi
kurgusal edebiyatta, ‘Egyptianization/Mısırcalaştırma’ terimi
ise tiyatroda kullanılmaktaydı. İktibas sözcüğü, titiz bir
şekilde, linguistik manada kullanılmamıştır. Yaygın
kullanılışı itibariyle bu sözcük, ne saf bir orijinal eseri, ne de
sırf bir tercüme ameliyesini ifade eder. Daha çok, bir
mevzunun, bir çevreden bir başka çevreye intikalinden ve
yabancı karakterlerin Mısırlı veya Doğulu karakterlere
dönüştürülmesinden ibarettir...
Bizim aramızda, tiyatral iktibas... özellikle de, bizim sık sık
yazmaya alışkın olduğumuz o eski günlerde; yani kadınlar
peçelerini bırakmadan önce, neredeyse yarı yazarlık kabul
edilmiştir. O zamanlar, bizim cinsiyet ayrımlı
toplumumuzda, kadınlar ve erkekler arasında var olan
sosyal ilişkileri bir bütün haline getirmek zorunda
kalıyorduk. Böylece, şayet kadının erkekle buluştuğu bir
oyunu adapte etmeyi istediğimizde, binbir türlü sorunla
karşılaşıyorduk. Filancanın karısını, filancanın kocası
önünde, ‘kendisini göstermesini’ sağlamamız imkansızdı. Bu
kadını, o adamın anne veya babası tarafından kuzeni
yapmak ve saire gibi çeşitli yollarla bu problemin üstesinden
geliyorduk. Bu yüzden o dönemin bütün oyunlarındaki
kadınlar ve adamlar akrabaydılar… Kendi çevremizin
istekleriyle uyumlu sosyal ilişkilerin değiştirilmesi,
diyaloglarda, karakterleştirmede ve oyunun bazı
bölümlerinde, orijinalinden oldukça farklılaşan bazı
değişiklikleri de gerekli kılıyordu. Bu çabalar, oyun yazarlığı
öğreten bir okulu andırıyordu ki, bu ortam, gelecekte kendi

27 Tevfik el-Hakîm, Hayâtî, (Beyrut, Daru’l-Kitab el-Lubnani, 1974), s. 212,
215216, 213-214.
205
kanatlarıyla yalnız başına uçmak isteyenlere bu fırsatı
vermekteydi.
Hiçbirimiz, şayet gerçekten kendisi telif etmemişse veya
özgünlüğü ve gayretleri yaratıcı yazarlık noktasına
ulaşmamışsa, kendisi için müellif (yazar) sözcüğünün
kullanılmasına müsaade etmiyordu. Şayet bir oyun tercüme
edilmişse, tercüme edenin ya da ‘Arapça’ya uyarlayan’ın ne
denli önemli bir katkıda bulunduğuna asla bakılmaksızın,
bütün reklamlarda yabancı yazarın adı duyuruluyor; ancak
bu uygulanabilir değilse, (içinde yapılan değişikliklerden
dolayı dolayı tamamen farklı bir hüviyete bürünmüşse)
‘filanın kaleminden iktibas edilmiştir’ ifadesi yeterli
görülüyordu. Hatta, ‘Abbâs Allâm, sıradanlaşmış iktibas
kelimesinden kurtulmak isteyerek -belki de bunu yapan ilk
kişi kendisiydi- şu ilginç ve anlaşılmaz formulü
benimsemişti: ...-nin kaleminden. Bu uygulama bütün
yazarlar arasında yayılarak sonunda doğal bir hal aldı.
İnsanın, denklemdeki, çoğu zaman gözden kaçırdığı, küçük bir
faktör de şudur: Arapların tarihten gelen intihal anlayışları Batı’nınkiyle
aynı değildir veya en azından ayrıntılı biçimde sınıflandırılmamıştır.
Seçkin üsluba ilgi o kadar fazlaydı ki, sadece kelimesi
kelimesine kopyalama açıkça kınanıyordu. El-Menfelûtî gibilerin
gösterdiği serbestlik o zaman orijinal metinlere bağlılık mecburiyeti
varsayımı ile değil de, bu yolla Arap okuyuculara katkıda bulunup
bulunmadıkları açısından bir takım polemikleri alevlendirmişti.
Batı’da hakim olana daha yakın bir görüş, zaman içinde gelişecekti.
Nitekim, daha sonra İbrahim Abdulkadir el-Mazini’nin (1890-1949)
İbrahim el-Katib (1931) isimli kitabında, Artzybashev’in
Sanine’sinden alınan parçalar yüzünden bir takım sert eleştirilere
maruz kalması da bunun bir kanıtıdır. Fakat şunu ifade etmek
tamamen manasız değildir: 1940’larda Mısır’da öğretmenliğe
başladığımda, öğrencilerimden bir kısmı kolayca bulunabilecek
ansiklopedi maddeleri veya benzerlerinin tercümelerini andıran
ödevler hazırlıyorlar –gerçi buna benzer aldatmaların peşine düşmek
o kadar da yaygın bir insan davranışı değildir- ve benim şiddetli
uyarılarım karşısında gerçekten şaşırıyor ve cümlelerin kendilerine
ait olduğunu iddia ediyorlardı.
Gerçekten de pek çok Arap mütercim, enerjileriyle olduğu
kadar karşılıksız özverileri ile de bizi etkilemektedir. Her teşebbüsün
arkasında kısa vadeli ekonomik bir motivasyon bulunduğunu
düşünenler, Muhammed Osman Celal’in ammice kullanma hususundaki
ısrarını anlamakta zorlanabilirler. Zira o, ilk kitabı için
hiçbir maddî destek bulamamış, eserini masrafları kendine ait
206
olmak üzere bastırmak zorunda kalmış, hatta en önemli eserlerinden
biri -Tartuffe’nin uyarlaması -kendisi hayatta iken sahneye
konulamamıştır28. Bazı kimselerin kararlılığına ve olağanüstü
öğrenme mizaçlarına çok şey borçluyuz. Daha fazla bilinmeyi hak
eden Fransızca-Arapça sözlük, hukuki terimlere özel bir önem
atfeden bir yargıç olan Muhammed en-Neccâri Bey’in29 yazdığı
sözlüktür. O La Fontaine’e öylesine düşkündü ki, ‘loup’ (kurt) ya da
‘renard’ (tilki) gibi başlıklar altında, ilişkili bütün fabılları bir çoğu
Muhammed Osman Celal imzasıyla manzum Arapça olarak yeni
baştan kaleme almıştı. Mihail Nuayme’nin (1889- ) ‘cri de coeur’
(kalbin feryadı) sözü de sık sık tekrarlanmıştır30.
Biz bir çok ruhî ihtiyaçlarımızın uyandığı edebî ve sosyal bir
değişim süreci içindeyiz. Bunlar bizim Batı ile temasa
geçmeden önce asla hissetmediğimiz gereksinimlerdir.
Madem biz bu ihtiyaçları karşılayacak kaleme ve beyne
sahip değiliz, bırakın tercüme edelim! Bırakın mütercim-leri
onurlandıralım. Zira onlar, bizimle daha büyük insan-lık
camiası arasındaki aracılardır.
O bu çağrıyı yaparken, çağdaşlarının yaratıcı güçlerinin,
gereksiz ve haksız yere hakaretine uğramıştır. Ancak aynı zamanda
o, müdafasını yaptığı misyona zaten bağlanmış olan kişilerce ortaya
konan kültüre duyulan büyük ilgiyi de kelimelere dökmüş oluyordu.
ETKİ
Bizim incelememizin bir veçhesi daha, dikkate değerdir.
Hepimiz biliyoruz ki, kitaplarla yüklü bir raf, kütüphane sahibinin
iyi bir okur olduğunun garantisi değildir. Acaba mütercimlerin
hacimli eserlerinden kaç tanesi, genç beyinler üzerinde etki
uyandırıp onların formasyon kazanmalarına yardımcı olarak
geçerliliğini korumaktaydı?31 Bir kez daha, bir yargıcın doğma
büyüme şehirli oğlu Tevfik el-Hakîm’e teşekkür etme ihtiyacı

28 Shimon Ballas, aynı eser, 8-13. 29 Muhammed el-Neccari Bey, Dictionnaire Français-Arabe (2 cilt, Alexandria,
Imprimerie Mizrahi, 1903, 1905) yeniden basım Beyrut, Librairie du Liban,
(197?). Muhammed Usman Celal’in, La Fontaine’den yaptığı fabıl tercümeleri
el-Uyun el-Yevakız fi’l-Emsal ve’l-Mevaiz başlığı altındadır. Edisyonunu Amir
Muhammed Buhayri yapmıştır (Kahire, General Egyptian Book Organization,
1978). 30 Tâhir Hamîrî ve Georg Kampffmeyer, Leaders in Contemporary Arabic
Literature (cüz: I, Leipzig, 1930) s. 31. el-Girbal’dan tercüme edilmiştir, s. 127;
Ayrıca bkz. Mustafa Bedevi, Modern Arabic Poetry (Cambridge University
Press, 1975), s. 182. 31 Bugünkü eleştirmenlerin en önemli tercüme değerlendirmeleri için bkz. Luvis
Avad, ‘Meshu’l-Kainat’, Ehrâm, 24 (Kasım 1972), s. 7.
207
duyuyoruz. Zira o, öğrenci olduğu yıllarda32, yaklaşık 1910’dan
1918’e kadar süren bir dönemde, bazı yabancı eserlerin etkisinin
samimi bir temsilcisi olmuştur. El-Hakîm, annesinin masallar
anlatmasından aldığı keyfe işaret ettikten sonra şunları yazar:
Piyasaya, iyi düzeyde yabancı dili bulunan ve misyoner
okullarında eğitim görmüş olan Suriyelilerce tercüme edi-len
Avrupaî tarzda hikâyeler çıkmaya başlamıştı. Annem bunları
da çok seviyordu ve daha öncekilerde olduğu gibi bunları da
tekrar tekrar bize anlatıyordu…
İlk hakkımda, ilk okul diploması almanın verdiği gurur beni
sorumsuz, gevşek, kibirli ve [ödevlerim hususunda] ihmalkar
yapmıştı. Bu, annem ve babam uzaktayken benim yaşadığım
bir sınırlamanın olmadığı manasına gelmez. Ve beni
büyüleyen macera dizilerinin bölümlerini gösteren ‘American
Cosmograph’ın varlığı: Zigomar dizi-sinden sonra
Fantomas’ın bölümleri geldi. Buna bir de kitapçılarda
kiralanabilen Rocambole romanlarını ekle. Üye olmak için
ayda sadece beş kuruş ödemek zorunday-dım. Bundan
sonra Racambole gibi uzun bir hikayenin yirmi bölümünü
veya Alexandre Dumas’ın roman serisini kiralayıp
okuyabiliyordum.
Bütün cep harçlığımı Arapçaya yeni tercüme edilmiş bir
kitabı almak için harcadığımı hatırlıyorum. Bu kitap İngiliz
filozof Spencer tarafından ahlak üzerine yazılmıştı. Şimdi, bu
ve benzeri kitaplarda zikre değer bir kelime bile anladığıma
inanmamama rağmen, felsefeye dair bir eser okuyar olmam
bana gurur veriyordu. Bizim ingilizce bilgimiz, ingilizce felsefî
eserleri anlamamıza imkan verecek düzeyde değildi. Öyle
olsaydı bile, cebimizde onu alacak para yoktu. Gazâlî, İbn
Rüşd, İbn Sina gibi Arap filozoflara gelince, bizi bunlara
yönlendiren bir kişi bile olmadı.
O zaman gün yüzüne çıkan yegane edebî tercümeler Hafız
İbrahim tarafından, bizim aslında tonlama için kullandığımız
etkileyici bir Arapça üslupla, çevrilen Hugo’nun Les
Misérables’in (Sefiller) ilk bölümüydü. Daha sonra Tolstoy’un
Anna Karenina’sının bizim üzerimizde kalıcı bir edebî niteliğe
sahip olduğu izlenimini bırakmayan kötü bir tercümesi
yapıldı. Fethi Zağlul’un Montesquieu’nün bazı eserlerini
tercüme ettiği doğrudur. Belki de bu L’Esprit des lois’tir.
Babam dağıtılmak üzere pek çok nüs-hasını almıştı. Ancak
bu kitap o zamanlar benim ilgimi hiç çekmemişti.

32 Tevfik el-Hakim, Hayâtî, s. 81, 122-3, 143-9.
208
O yaşlarda gerçekten okumaya heves ettiğim şey, Opera
House’da veya diğer tiyatrolarda izlediğimiz oyunlardı…
Uzun araştırmalarıma rağmen, Buridan, bütün şiirleriyle
birlikte The Martyrs of Love (Romeo ve Juliet), Othello ve o
sıralar okumasından çok keyif aldığım ve tamamını ezberlediğim,
XI. Louis gibi sadece birkaç kötü basımlı kitap
bulabildim. Ancak ne Arapça sahnelenmiş olduğu için
okumayı çok istediğim Hamlet’i, ne de Osman Celal’in
ammice nazma çevirmiş olduğu Molière’in oyunlarından bir
tekini bulabilmiştim.
Bu aynı yaşta önde gelen başka bir yazarın, Taha Huseyin’in
(1889-1973) kasabalardaki dükkanlarda satıldığını hatırladığı
kitaplarla da mukayese edilebilir. O, kitap satın almak için
kasabalardaki dükkanlara gittiğini zikreder. Bu kitaplar genelde
aralarında bir tek tercüme bile olmayan, ilmihal, menakıb, tılsım ve
efsane kitaplarıydı33.
Aradaki zıtlık çok çarpıcıdır. Aslında ne Tevfik el-Hakim’in ne
listesi özellikle etkileyicidir, ne de aradaki farklılık onun, daha
mütevazi [bir ortamda] doğmuş olan çağdaşının kültüründen daha
geniş bir kültüre sahip olduğunu garanti eder. Daha da kesin olan
ise, onların mizaçları, şuurlu bir şekilde gerçekleştirdikleri tercihleri,
diğer edebiyatlara doğrudan girme hakkı sağlayan dil bilgileridir.
Gerçektende Taha Hüseyin kendi tercümelerinden biri hakkında şu
yorumu yapacaktı34:
Bir şiiri bir dilden diğerine nakledenlerin hedefi, okuyucularına
o şiirin gerçek bir suretini taşımak değildir. Hedef,
okuyuculara onun hakkında imalarda bulunmak, zamana ve
hakkında bilgi almak için kaynaklara sahip olanları ona ve
onu kaynağından almaya yönlendirmektir.
İki kültürün unsurlarının buluştuğu, rekabet ettiği, çarpıştığı
veya birbirine karıştığı bir zamanda, tercüme, yeni bilgilerin ve
algıların yayılması için önemli bir kanal olduğu kadar, yeni
yönelimleri ve öncelikleri açığa vuran bir indeks de olmuştur. Ancak
o, değişim tarafından üretilen ve değişimi üreten birbiriyle etkile-
şimli güçlerin bileşiminden sadece bir parçadır.

33 Tâhâ Hüseyin, el-Eyyam, I, (An Agptian Childhood adıyla E.H. Paxton
tarafından tercüme edilmiştir, London, Heinemann, 1981), s. 50. 34 Tâhâ Hüseyin, Suhuf Muhtara mine’ş-Şi’ri’t-Temsili inde’l-Yunan, (Kahire,
Hilâl, 1920), s. 50.

Konular