ABBÂSÎLER DÖNEMİ TERCÜME FAALİYETLERİNİN ARAP EDEBİYATINA ETKİSİ

Özet: Tarihte her medeniyet, bilgi ve kültür birikimini önceki medeniyetler­den veya aynı dönemdeki medeniyetlerle iletişim ve irtibat kurmak suretiyle kendi dillerine nakl ve tercüme yoluyla aktarmışlardır. Bilgi aktarımında en önemli rolü, tercüme faaliyetleri yapar. Milletler, kendi bilgilerini, tercüme faaliyetleri ile elde ettikleri bilgilerle kaynaştırarak yeni ürünler elde ederler. Emevîlerle başlayıp, Abbâsîlerde zirveye ulaşan tercüme faaliyetleri vasıta­sıyla İslâm dünyasına giren felsefe, mantık ilmi ve Aristo’nun Poetika ve Retorik adlı eserleri ile Fars ve Hint kültürlerinden yapılan tercümelerin Arap edebiyatına metodolojik içerik yönünden önemli etkileri olmuştur. Ede­biyatın, belâgat, şiir, edebî tenkit ve nesir alanlarında kavramlar ortaya ko­nulup, tarifleri yapılmış, konular sistematik halde tasnif edilmiştir. Edebiyat, tabiîlik devresinden sanat ve ilim dönemine geçiş yapmıştır.
Anahtar kelimeler: Tercüme faaliyetleri, Arap edebiyatı, etki.

Effect of Translation Activities to the Arabic Literature
in the Abbasids Period
Summary: Every civilization in history gained the accumulation of informa­tion and culture which they had, by either from the previous civilizations or making transformations and translations into their own languages by com­municating and making contacts with the contemporary civilizations. Trans­lation activities played the most significant role in transferring information. Nations get new product by combining their knowledge with the knowledge they gained from translation activities. Via the translation activities which began with the Umayyad and highly progressed in the period of Abbasids, the sciences of philosophy and logic and the works of Aristo named “Po­etica” and “Rethoric” which entered Islamic world, significantly effected the Arabic literature. Theories of literature were put forward and defined and the topics were systematically classified in the fields of rhetoric, poem, literary criticism and prose. The science of literature transferred from the period of customary literature to the period of art and science.
Keywords: Translation activities, Arabic literature, effect.



Giriş:
Eski Yunan medeniyetinin, bilinen en eski uyanış hareketi olduğu kabul edilir. Son zamanlara kadar bu medeniyet, kendiliğinden doğmuş gibi görü­lüp, bu medeniyete “Yunan mucizesi” deniliyordu. Yapılan araştırmalarla Yunanlıların göçleri, göç ettikleri yerlerdeki yerleşme tarzları, diyalog kur­dukları milletlerden aldıkları bilgiler ortaya çıkınca, bu medeniyetin Mısır, Sümer, Fenike ile kültürel ve bilimsel temasları neticesinde zirveye ulaştığı tespit edilmiştiri. Her medeniyet, Yunanlılarda olduğu gibi, kendinden önceki medeniyetlerin sahip olduğu bilgi ve kültürden istifade ederek, kendi bilim ve kültürlerini geliştirmiştir. Bir medeniyetin büyüklüğü tarihin çeşitli devirle­rinde, değişik medeniyetlerle diyaloga girerek yeni tesirler karşısında tepki/reaksiyon gösterebilmesine bağlıdır. Medeniyetler arası bilgi transferi ise, tercüme faaliyetleri ile başlarii. İnsanlık tarihinde medeniyetler, kendin­den önceki medeniyetlerin bilim ve düşünce mirasına sahip çıkarak, geniş çaplı bir derleme ve bunların tercümesi ile meşgul olmuşlardır. Medenî ge­lişme süreci, Yunan, Hint ve İran medeniyetlerinin sahip olduğu bilim ve dü­şünce ile ilgili kitapları Arapçaya tercüme ile başlayan Abbâsîler, kendi bil­gileri ile bunları kaynaştırarak insanlık tarihi boyunca ilkini Yunanlıların ger­çekleştirdiği, ikinci kültür intikalini gerçekleştirmişlerdiriii.
Medeniyetler gelişme dönemlerinde yeni bilgi ve düşüncelere açık ol­dukları oranda büyüme gösterirler. Bu açıdan bütün tesirlere kapılar açık ol­malı ve her şeyden önce tesirlerin serbest olarak çarpışması ve tepkilerin oluşması gereklidir. Bir millet kendinden önceki ve aynı dönemdeki gelişmiş milletlere ait bilimi kendi diline sentezleyerek almalıdır.
Emevîlerle başlayıp Abbasîlerle en üst düzeye ulaşan tercüme faaliyetleri büyük bir medeniyetin oluşmasını sağlamıştıriv. Bu faaliyetlerin, diğer İslâmî ilimlerde olduğu gibi Arap edebiyatında da büyük etkisi olmuştur. Bu etkilere olumsuz yönden bakılmamalı bilakis medeni gelişmeyi sağlayan çok önemli faktör olarak görülmelidir. Dil ve edebiyat ile ilgili tercümeler Arap dili ve edebiyatını zenginleştirmiştir. Arap edebiyatı, Fars ve Türk edebiyatına tesir etmiş, modern batı edebiyatına da katkıda bulunmuştur.
A-Abbâsîler Döneminde Tercüme Faaliyetleri
Yunan hükümdarı Makedonyalı İskender (m.ö. 356-323) on sene gibi kısa bir sürede Orta Doğu’yu, Mısır’ı, İran ve Pencap’a kadar uzanan Orta Asya’yı ele geçirmişti. İskender, sefere çıkarken bilim adamlarını da yanında götürerek, Yunan bilim ve kültürünü bu bölgelere taşımıştıv. Aristote­les(ö.384-322)’den sonra klasik Yunan düşüncesiyle bu ülkelerin düşüncele­rinin etkileşimleri sonucunda ortak bilim dili yunanca olan ve M.Ö. 146 yı­lında Roma imparatorluğunun hakimiyetine geçinceye kadar devam eden Helenistik kültür dönemi başlamıştıvi. Roma’nın Helenistik kültürün hâkim ol­duğu bu bölgeleri ele geçirmesiyle, Yunan bilimine olumsuz tavırlar baş­lamış, bu nedenle bu bölgelerdeki bilim adamları doğudaki İskenderiye, Nu­saybin, Harran, Antakya ve Cundişapur’a göç edip, buralarda medreseler aça­rak ilmî faaliyetlerini sürdürmüşlerdi. Hıristiyan Nastûrî ve Yakûbîler bu bölgelerde bilimsel faaliyetlerin öncülüğünü yapmışlardı. Müslümanların Su­riye ve Irak topraklarını ele geçirdiklerinde, sadece Yukarı Mezopotamya’da elliye yakın medresede Yunan ilmi öğretiliyorduvii. Buralarda bulunan med­rese ve kiliseler fetihlerle birlikte özgürlüklerini devam ettirmişlerdirviii. Bu mer­kezlerde Süryânîler, Helenistik kültüre ait eserleri Süryânîceye tercüme etmişlerdiix. Abbâsîler döneminde bu eserler genellikle Süryânîceden bazen de Yunancadan Arapçaya tercüme edilmiştir. Arapçaya yapılan tercümelerde, mütercimlerin yetersizliği, dil hatası, konulara vakıf olamama gibi nedenlerle yapılan hatalarx zaman içerisinde düzeltilmiştir.
Fetihler, Emevîler öncesinde başlamasına rağmen, tercüme hareketleri bu bölgedeki insanlarla tanışıp kaynaşma süreci nedeniyle bir asır gecikmeye uğramıştır. Emevîler döneminde tercüme hareketi, halife Muâviye’nin torunu Hâlid b.Yezîd (ö.85/704)’in gayretleri ile tıp alanında çevirilerle başlarxi. Abbâ­sîler döneminde halifelerin verdiği büyük destek ve imkanlarla felsefe, mantık, dil ve edebiyat alanlarında tercümeler yapılırxii.
Abbâsîler dönemi tercüme faaliyetlerinde iki dönem görülür. Birinci dönem, halife Mansûr (ö.18/775)’la başlar. Mantık, felsefe, dil ve edebiyat, astronomi, tıp, matematik gibi ilimlerde tercümeler yaptırtan Mansûr, İbnü’l-Mukaffa (ö.161/757)’ya Aristo’nun Organon adlı mantık külliyatının ilk üç kitabı ile Porphyrius’un İsagoji’sini ve Kelile ve Dimne’yi arapçaya tercüme ettirmiş,xiii yine Cundişâpur hastanesinin başhekimi Curcis b. Buhtiş (ö.155/771)’i Bağdat’a davet edip ona yunancadan tercümeler yaptırmıştırxiv. Mansûr, tercüme edilen eserleri “Hizanetü’l-hikme” adını verdiği bir kütüp­hanede toplatmıştırxv. Tercüme faaliyetleri Mansûr’la önemli yol kat etmesine rağmen, oğlu Mehdî(ö.169/785) döneminde zındıklar hareketi nedeniyle du­raklama yaşamıştır. Hârûn Reşîd (ö.193/809)döneminde faaliyetler tekrar canlanmış, Ankara ve ‘Amûriyye’nin fethi ile buralardaki eserler Bağdat’a getirilip; Yuhannâ b. Mâseveyh tarafından arapçaya tercüme edilmiştirxvi.
Me’mûn (ö.218/833)’un gayretleri ile tercümede ikinci ve önemli bir dö­nem başlamış, “Beytü’l-hikme” adında büyük bir merkez kurulmuşturxvii. Me’mûn döneminde tercüme faaliyetleri, devletin resmi politikası haline gelmiştir. Müslim ve gayr-i müslimlerden meşhur ilim adamı ve mütercim­lere geniş maddi imkanlar sağlayarak felsefî ve bilimsel eserleri arapçaya ter­cüme ettirmiştirxviii. İbnü’n-Nedîm (385/965), Me’mûn’un Bizans imparatorun­dan ülkesindeki eski eserleri istediğini, Bizans İmparatorunun da bir süre te­reddütten sonra kabul etmesi üzerine İstanbul’a gönderilen Haccâc b. Matar, Yuhannâ b. Batrîk gibi bilginlerin çok sayıda eser getirdiğini ifade etmiştirxix. Me’mûn, Anadolu’nun değişik yerlerinde bulunan Yunanlılara ait bilimsel eserleri satın almak suretiyle “Beytü’l-hikme”ye getirtmiştirxx.
Halifelerin yanı sıra, bazı zengin aileler de kitap tercümeleriyle yakından ilgilenmişlerdir. Musâ b. Şâkir’in oğulları matematik ile ilgili bazı kitapları Arapçaya tercüme ederkenxxi, Nevbaht ailesi de tercüme faaliyetlerine önemli katkılar sağlamıştırxxii.
Abbâsîler, tercüme hareketleri ile çok zengin bir bilgiye sahip olmuşlar­dırxxiii. Tercümelerle derinleşen düşünce yapısı, dışardan alma içerde şekillen­dirme prensibindenxxiv hareketle kendinden önceki kültür ve bilgi mirasına kendi orijinal değerlerini katarakxxv ilim ve kültürde dönemin en büyük medeni­yeti haline gelmiştirxxvi.
B-Tercüme Faaliyetleri İle Arap Edebiyatını Etkileyen Bilim Dalları
Abbâsîler döneminde felsefe ve mantık eserlerinin h.II. asırdan itibaren tercüme edilmeye başlandığı, Kindî (ö. 260/873), Fârâbî(ö.339/950), İbn Sînâ (ö.428/1037) gibi düşünür ve filozofların bu eserleri şerh etmeye çalıştıkları görülürxxvii. Tercüme edilen bilim dalları içerisinde felsefe, Yunan düşüncesi­nin İslâm düşüncesi üzerine ağırlığını hissettiren en önemli alanlardan biri­dirxxviii. Felsefe ve felsefi düşünce, Arap edebiyatında, sistematize etme, madde­ler arasında irtibat kurup sebep-sonuç ilişkisi ortaya koymak gibi açılardan tesirini göstermiştir.
İslam dünyasında araç ilmi olarak görülen mantık, dille alakalı olduğun­danxxix Arap edebiyatını felsefeden daha fazla etkilemiş, özellikle mantık yön­temleri Arap edebiyatında uygulamaya konulmuştur. Mantık ilminin kuru­cusu kabul edilen Aristo’nun altı eserden oluşan Organon külliyâtı değişik aralıklarla Arapçaya tercüme edilmiştirxxx. Fârâbî gibi mantıkçılar, Porphyrius (ö.232/305)’un, İsagoji adlı eserini bu külliyâtın mukaddimesi olarak kabul edip, Aristo’nun Poetika ve Retorik eserlerini de dâhil ederek altı eserden oluşan Organon külliyâtını dokuza çıkarmışlardır. Bu dokuz eser, İsagoji, Kategoriler, Hermenutik, Kıyas, Burhan, Cedel, Hikmet, Retorik ve Poetika’dırxxxi.
Poetika’yı, Ebû Bişr Mettâ ve Yahyâ b. ‘Adiyy Arapçaya çevirmiş, Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd gibi filozoflar da özetlemiştir. Retorik’i ise İshâk b. Huneyn ve İbrâhîm b. ‘Abdullâh çevirmiş, Fârâbî ise “Şerhu Ki­tâbi’l-hatâba”da bu eseri şerh etmiştirxxxii. Edebiyata dair bu iki eser dışında Yu­nan edebiyatı ile ilgili tercümeler yapılmadığı görülmektedir. Bu durum, o dönem bilginlerinin Yunan edebiyatına felsefe ve mantık kadar önem verme­diklerini göstermektedirxxxiii.
Aristo, Poetika adlı eserinde genel bir poetika (estetik)’yı ele almayıp, edebiyat ve dil ile ilgili bazı problemleri incelemiştirxxxiv. Eserinde, sahne sanatla­rından tragedya, komedya ve epos’un özelliklerini, karşılaştırmalı ola­rak ele alıp, dilin yapısı ile ilgili görüşlerine yer vermiştir. Aristo’ya göre, şiir sanatı şairlerin karakterlerine göre tragedya, komedya şeklinde iki türlüdür. Birincisi ağırbaşlı, soylu şairlerdir ki, iyi ve soylu kişilerin hareketlerini taklit ederler/yansıtırlar. Diğeri ise hafifmeşrep karakterli şairler olup, düşük ve komik karakterleri taklit ederlerxxxv. Retorik adlı eserinde ise Aristo, kanıtlarla inandırmanın retorik/hitâbet sanatının özü olduğunu vurgulayıp, bunu politik, törensel ve yargısal retorik olmak üzere üç kısımda inceler. Retorik çeşitleri ile ilgili öfke, utanç, acıma gibi duygular ele alınarak, doğru ve yerinde ko­nuşmanın kuralları ve bununla ilgili teşbih, mecaz, istiâre gibi sanatlar açık­lanırxxxvi.
Aristo, Poetika ve Retorik adlı eserlerinde, şiir, hitâbet ve belâgatla ilgili kavramların tarif, taksim ve tertibinde mantık eserlerindeki yöntemi uygula­mıştır. ‘Abdülfettâh ‘Usmân, Poetika ve Retorik’in Organon külliyâtına dahil edilmesinin uygun olmayacağını, zira Aristo’ya göre şiirin, tabiattaki varlık­ların taklidine dayalı ve arınmayı sağlayan dilsel bir sanat olduğunuxxxvii ifade ede­rek, şiirin mantıkla irtibatlandırılması, şiirin, aklın hakimiyetine girdiril­mesi, edebiyatın en önemli unsuru olan hayal rolünü ihmal etmek anlamına geleceğini belirtirxxxviii. Aristo’nun edebiyatla ilgili bu eserleri, şiir ve belâgatın mantığını ve doğru hareket etme metotlarını vermektedir. Zaten İslam man­tıkçılarının “burhan, cedel, hitâbet, şiir ve safsatata”dan oluşan beş sanatı kıyasın uygulama yeri olarak görmelerixxxix, şiir ve hitâbet (belâgat)’in mantıkla iç içe olduğunu gösterir. Bir bilim dalındaki usuller ve kavramlar mantık ilmi vasıtasıyla konulur ve genel sonuçlara ulaşılır. İslâmî ilimlerdeki usûl, kav­ram ve bunların tarifleri mantık ilmine göre yapılmıştır. Edebiyatın zevk verme yönü ise yöntem ve kural koyan mantıktan tamamen farklıdır. Edebi­yat kuralları, mantık gibi doğru yönelişin anahtarını vermeyi hedefler, ancak bu kurallar fazla ve karmaşık olduğunda, zevk veren edebiyat yerine kuralcı ve öğretici bir edebiyat ortaya çıkar.
Aristo şiirde iki temel unsur olan taklit ve zevk vermeden bahsederkenxl, mantık kuralları çerçevesinde bunları gerçekleştirecek bir yığın kurallar da ortaya koyar. Bu durumda şiir kurallar dizisi haline gelerek edebî zevk yok olmaya başlar. Fakat Aristo’nun şiirde zevk verme ve taklit/yansıtma unsur­ları uygulanılırsa edebî güzellik ortaya çıkacaktır.
Aristo’nun Retorik/el-Hatâbe adlı eserini Fârâbî gibi mantıkçıların Organon külliyatı içerisinde görmek istemelerinde aşağıdaki görüşler de önemlidir: Hitâbet iknâ sanatı olduğuna göre hatip, muhataplarını ikna etmek için ihtimalî kıyaslardan hareket edecek ve dolayısıyla diyalektik’e başvura­caktır. Nitekim Retorik’in ilk cümlesi hitabetin diyalektikle yakın bir ilgisi olduğunun göstergesidirxli. Her ikisi de belli bir ilme bağlı kalmaksızın ga­yeye ulaşmak ister. Hatip, kitleleri inandırmak için mantığın temeli olan kı­yastan yararlanır. Nihayet ikna edebilmek için konuyla ilgili misallerle ben­zetmeler yapar. Böylece temsilî kıyas (anoloji)’tan yararlanır.Bu özellikler hitabetin mantıkla olan ilişkisini ortaya koyma açısından önemlidirxlii.
Helenistik kültüre ait felsefe, mantık ve edebiyat bilimi tercüme faali­yetleri ile Arap edebiyatını önemli ölçüde etkilemiştir. Edebiyat alanında Hint ve Fars edebî eserlerinin de etkisi olmuş, ahlak ve hikmet konularına sıkça yer verilmeye başlanmıştır.
C-Tercüme Edilen Eserlerin Arap Edebiyatına Etkisi
Tercüme faaliyetlerinin Arap edebiyatına etkisi aşamalı olarak önce be­lâgat daha sonra nesir, şiir ve edebî tenkit alanlarında görülür. Sözü yerinde ve zamanında konuşma sanatı olan belâgat, tercüme faaliyetlerinin başladığı dönemlerde, fetihlerle İslâm toplumuna yeni giren ve İslâm’ı sözde kabul eden insanlarla, İslâm bilginleri arasındaki tartışmalarda çok önemli rol oy­nayıp, ikna aracı olarak kullanılmıştır. Yunan felsefe, mantık ve belâgat ilimlerinden iknâ aracı olarak yararlanan Kelâm ekollerinden Mu‘tezile, İs­lâm hakkında birtakım şüpheler ortaya atan, felsefe, mantık ve belâgatı çok iyi bilen bu tür insanlarla ancak bu ilimlerin kuralları çerçevesinde tartışılma­sının gerekliliğine inanıyordu. Mu‘tezile mensupları hasımlarının tartışmada kullandıkları cedel yöntemini ve diğer ikna usullerini öğrenerek kendilerini savunacak yeni deliller buldularxliii. Mu‘tezile, belâgat alanında yaptıkları çalış­malarla Arap belâgatının kurucusu kabul edilerekxliv nesrin gelişmesinde önemli katkıda bulunmuşturxlv.
H.II. asırdan itibaren Belâgat ile birlikte hitabet, risâle, emsâl, nevâdir, hikmet gibi nesir türleri de gelişmeye başlamıştır. Nesir türünün gelişimi Ab­bâsî halifelerinin Fars ve Hintlilere ait çok sayıda anlatı eserlerinin arapçaya tercümelerini yaptırtmaları ile başlamışxlvi, Emevî ve Abbasî divanlarında çalı­şan ve geniş yetkilerle donatılan İbnü’l-Mukaffâ, Abdülhamîd b.Yahyâ gibi kâtiplerin nesir türlerinde yaptıkları çalışmalarla büyük gelişmeler göster­miştirxlvii. İran asıllı kâtip İbnü’l-Mukaffa‘, resmi yazışmalarda nesir türüne ait güzel örnekler sunarken; tercüme faaliyetlerinde önemli rol almış, hem Hele­nistik kültürden hem de Fars ve Hint kültüründen tercümeler yapmıştır. Onun geliştirdiği nesir yöntemleri kendinden sonra da etkili olmuştur. Sans­kritçe’den farsçaya tercüme edilen “Kelile ve Dimne” fabl türü masal kitabını arapçaya çevirerek hem nesirxlviii hem de masal ve fabl türünde öncülük yapmış­tır. İbnü’l-Mukaffa‘’nın “el-Edebü’l-kebir” ve “el-Edebü’s-sagîr” adlı eserleri de Fars kültürünün etkisi görülmesi açısından önemlidir.
İbn Mukaffa‘, Abdülhamîd b.Yahyâ gibi yazılarında Yunan, Hint ve Fars tesiri görülen kâtipler, tercüme faaliyetlerinin sağladığı geniş kültürü, devlet işlerindeki yazışmalarda ve özel edebî çalışmalarında kullanmışlardırxlix. Kâtip­ler ve edipler yazılarında lafız seçimine büyük gayret göstermişler, ka­rışık, anlaşılmaz sözlerden kaçınmışlar, zarif ifadeler kullanmaya özen gös­termişlerdirl. Kâtiplerin yazı ve yazışmalarda bilmesi gereken kurallarla il­gili pek çok eser telif edilmiştir ki İbn Kuteybe’nin, “Edebü’l-kâtib” adlı eseri bu açıdan önemli bir kaynaktırli. el-Câhiz’e göre kâtipler, kelamcılar­dan önde gelip, çoğu hatipten daha iyi, pek çok belâgatçıdan daha beliğdirlii. Zamanla kâtiplerde sanatsal yapı aşırılığa uğrayarak tasnî (karmaşık üslûb)’ye dönüşmüştür ki, bu nesir türü aşırı belâgatlı sözlerin söylendiği bir alan haline gelmiştirliii.
Abbâsîlerin ilk döneminde, geniş bir ilim, felsefe ve farklı kültürlerin ortaya çıkışı ile sosyal şartlara göre şekil alan edebiyattaliv da ilmi ve yöntem­sel bir üslup ortaya çıkmaya başlamıştır. Belâgat ve nesir türünün yanı sıra şiir teorileri ve edebî tenkit alanında da tercüme faaliyetlerinin önemli etkileri görülmüştür. Şiiri sanat olarak ilk defa Aristo’nun kabul ettiği düşüncesilv ter­cüme faaliyetleri ile Arap edebiyatında benimsenmiştirlvi. İbn Sellâm ((ö.232/846), “Tabakâtü fuhûli’ş-şu‘arâ” adlı eserinde sanat kavramını kul­lanmış ve “diğer ilim ve sanatlarda olduğu gibi şiirde de ehlinin bilebileceği sanat ve kültür vardır” ifadesi ile şiiri sanat olarak değerlendirmiştirlvii.İbn Kuteybe (ö.276/889)de şiiri sanat açısından: “lafzı güzel-anlamı iyi, lafzı gü­zel-anlamlı, anlamı iyi-lafzı kusurlu, anlamı da lafzı da kusurlu” olarak dört kısımda ele almıştırlviii. Bu iki edip şiirde ilim ve sanata önem vermelerine rağ­men edebiyatı sınırladığı gerekçesiyle mantık ilmine karşı çıkmışlar, eserle­rinde edebî zevke önem vermişlerdir.
Daha sonraları İbn Tabâtabâ (ö.322/933), Iyârü’ş-şi‘r, Sa‘leb (ö.291/903), Kavâ’idü’ş-şi‘r adlı eserlerinde şiire bazı kurallar getirmelerine karşın bu kurallar şekilci ve kurallı olmayıp, edebi zevk ön planda olmuştur.
Mutezile’den olup, belâgatın kurucusu sayılan el-Câhiz (ö.255/869), ter­cümelerle edindiği bilgileri eserlerine yansıtmaya çalışmıştır. Felsefe ve mantık ilimlerinin bazı kavramlarını kullanan el-Câhiz’de, felsefî düşünüşün izlerini görmek mümkündür. Tâhâ Huseyn, el-Câhiz’in tercüme faaliyetlerin­den fazla istifade etmediğini belirterek şu görüşlere yer verir: “Yunanlıların bilgisi konusunda tereddütlü olan el-Câhiz, onların felsefede iyi olduklarını, ancak kayda değer hatipler çıkarmadıklarını savunur. Aristo’nun dilinin iyi olmayıp, belâgat özelliği taşımadığını ancak sözün ayırt edilmesinde ve an­lamlandırmada iyi olduğunu belirtirlix. Belâgatın Araplara ait olduğunu savu­nurkenlx; eserinin farklı yerinde başka milletlere ait belâgat tarifleri ve­rirlxi. Kitaplara ulaşamayıp, nüshalardan bilgi edinen el-Câhiz, kurallar koy­mayıp, yönlendirmeler yapmıştır. Aristo’nun “Retorik” adlı eserini tercüme edilmediğinden görememiştir. Aristodan sadece “insan konuşan bir hayvan­dır” sözünü nakletmiştirlxii”. Tâhâ Huseyn’in el-Câhiz hakkında söyledikleri bu ifadelerden onun Retorik’i görmediğini ve belâgatın kurucusu kabul edi­len el-Câhiz’in bu eserden etkilenmediği sonucunu çıkarmak mümkündür. Ancak el-Câhiz, Aristo başta olmak üzere Yunanlılara ait pek çok bilim eserlerini okumuş, çok yönlü bir ilim adamıdırlxiii.
el-Câhiz’in el-Beyân adlı eserinde belâgatın tarifi, soru cevap şeklinde ele alınır, sofistler gibi tartışma ve münazaralar yapılır, sözün özellikleri ve sanat yönü incelenirlxiv. Mantıktaki kıyas şekillerini belâgat kaidelerine tatbik edip, lafız ve anlamda belâgat özelliklerini inceleyen el-Câhiz’in, aklî ve tak­rîrî teoriler yolunu açan ilk edip olduğu görülür. Eserlerinde belâgatın yanı sıra hitabet konusuna da geniş yer vermiş,lxv felsefe açısından şiire itibar etme­miş, yüzeysel bakmıştır. Mantık ve felsefenin şekilci ve kuralcı üslû­bunu eserlerinde pek yansıtmamış ve edebî zevk ön planda olmuştur. el-Câhiz, dışarıdan alıp içeride şekillendirme teorisini önemli ölçüde gerçekleş­tirerek, özden bir şey kaybetmemiştir.
İbnü’l-Mu‘tezz (ö.296/908) ise tercüme edilen eserlerle Yunan felsefe ve kültüründen yararlanmışlxvi, Aristo’nun Retorik adlı eserini incelemişlxvii ve döne­minde ortaya çıkan eski-yeni şiir tartışmalarında eski şiirin yeni şiirden farklı olmadığını belirtmek amacı ile “el-Bedî” adlı eserini te’lif etmişlxviii ve bu­rada on sekiz bedî sanatını ele almıştır. Tâhâ Huseyn, İbnü’l-Mu‘tezz’in ele aldığı bu sanatları Aristo’nun Retorik adlı eserinden etkilenerek inceledi­ğini savunurlxix.Muhammed Mendûr da, ele alınan bu sanatların o dönemde yeni olduğunu, bu yüzden onları Aristo’dan almış olabileceğini kabul eder­ken, bu durumun İbnü’l-Mu‘tezz’in üstünlüğünü gölgelemeyeceğini, zira bu sanatlarla ilgili Kurân, sünnet ve eski şiirden bol örneklerde edebî zevki yan­sıttığını ve okuyucusuna haz verdiğini savunmaktadırlxx. Kavramlara verdiği adlarda ve bazı ifadelerinde Retorik’ten etkilendiği görülen İbnü’l-Mu‘tezz’in, sanatları ele alışı ve edebi zevke önem vermesi, mantık ve felse­fenin bu eserinde fazla etkili olmadığını gösterir. Önceleri tatbikî olarak kul­lanılan sanatlara adların verilmesi tercümenin getirdiği yeni bilgilerin bir ge­tirisi olmuştur. Bu adların kullanılmasına karşı çıkmak, yeni gelişmelere gözleri kapamak anlamına gelecek, ilmî gelişmelere açılım sağlanamayacak­tır. İşte İbn Sellâm, İbn Kuteybe, İbn Tabâtabâ, Sa‘leb, el-Câhiz, ve İbnü’l-Mu‘tezz gibi edipler tercüme faaliyetlerinin ortaya koyduğu zengin bilgi biri­kiminden yararlanmışlar, etkilenmişler, bu etkilenmeyi yer yer eserlerine yansıtmışlar ancak bu etkilenme şekilci olmayıp, dıştan alma içeride şekil­lendirme biçiminde olmuştur.
Felsefe ve mantık ilimleri ile Aristo’nun adı geçen iki eserinin esaslı et­kisi Kudâme b. Ca‘fer ’in “Nakdü’-şi‘r” adlı eserinde görülür. Kudâme, yeni bir tarz, alışılmamış bir üslup geliştirerek teori ve tarifler, tariflerin mantıkî tahlillerini yapmıştırlxxi. Felsefe, mantık ve edebiyat eğitimi almış ve döne­minde bu alanlarda şöhret olan Kudâmelxxii, Aristo’nun “Poetika” ile hitabet ve belâgat hakkında yazdığı “Retorik” adlı eserleri incelemiştir. Kudâme’nin, Aristo dışında pek çok yunanlı filozofun eserlerinden istifade ettiği görülür. Ayrıca Hint ve Fars dillerinden tercüme edilen pek çok eserden yararlanmış­tır. Kudâme, felsefe-mantık ilimlerinden, Poetika ve Retorik eserlerinden al­dığı yöntem ve bilgiler ışığı altında “Nakdü’-şi‘r” adlı şiir, belâgat ve edebi eleştiri içerikli eserini te’lif etmiştir. Kudâme, Nakdü’ş-şi‘r adlı eserini daha önceki ediplerin eserlerinden farklı olarak şiirin iyisini kötüsünden ayırt etme amacına yönelik te’lif ettiğini, böyle bir girişime ilk defa kendisinin teşebbüs ettiğini belirtirlxxiii.
Kudâme, eserine başlarken daha önceleri şiir hakkında te’lif edilen eser­lerin “arûz-vezin, kâfiye-makta‘, garîb-dil, anlam ve delaleti” konuları üze­rinde yoğunlaştığını, şiire iyi ve kusurlu açıdan değinmediklerini, kendisinin bunu yapmaya çalışacağını ifade ederlxxiv. Kudâme eserini üç bölümde ele alır. Birinci bölümde şiirin tarifini “Bir manaya işaret eden vezinli, kafiyeli söz­dür”, şeklinde Aristo’nun mantıkî ayrımına göre yaparlxxv. Ona göre, söz ifa­desi, şiirde cinsi gösterir. Vezn ifadesi vezinli şiiri, vezinli olmayan şiirden ayırır (fasl). Kafiyeli ifadesi, kafiyeli olanı, kafiyeli olmayan şiirden ayırır (fasl). Mana ifadesi ile de şiirin bir anlam ifade etmesini gösterirlxxvi. Şiir sanat olduğuna göre icra edilen her sanatta çok iyi, çok kötü ve orta özelliklerin bulunacağını belirten Kudâme, ikinci bölümde lafız, anlam, vezin ve kafiye ve bunların birlikte oluşumu ile ilgili özellikleri ve sanatları geniş olarak ele alır. Üçüncü bölümde ise bunların kusurlu yönlerini açıklarlxxvii. Kudâme’nin şii­rin özellikleri ve kusurları ile ilgili taksim ve değerlendirmeleri, edebî ten­kit açısından çok önemli kabul edilmiş ve edebî tenkîdin ilmi bir hüviyet ka­zanmasında büyük rol oynamıştır.
Kudâme’nin, Aristo’nun Poetika’da ele aldığı şiirin tarifi ve çeşitleri ile ilgili konuları özellikle de Aristo’nun şiirin özü olarak kabul ettiği taklit teo­risini anlayamadığı görülürlxxviii. Aristo’ya göre şiir tabiattaki varlıkların tak­lidi/yansıması olup haz verme amacına yönelirlxxix. Kudâme ise taklit teorisin­den ve haz vermekten bahsetmez.
Tâhâ Huseyn, Kudâme’nin Poetika’yı henüz tercüme edilmediğinden ya da yunanca veya süryânice metinden incelediği için anlayamadığını belirtir. Şevkî Dayf ise, Kudâme’nin el-Kindî’nin yaptığı telhisten Poetika’yı incele­diğini, Yûnus b. Mettâ’nın tercümesini görmüş olsaydı taklit nazariyesini anlayabileceğini belirterek; onun genel hatları ile hem Poetika’yı hem de Retorik’i anladığını ancak taklit teorisi gibi bazı konuları anlayamadığını be­lirtir. Şevki Dayf, Poetika’nın önemli konularından tragedya ve komedya sahne sanatlarını Kudame’nin medih ve hiciv olarak anlamasının önemli ol­duğunu vurgularlxxx. Zaten Poetika, tragedya ile komedya sanat türlerinin özel­likleri üzerinde dururlxxxi.
Tâhâ Huseyn, Kudâme’nin Retorik adlı eserin birinci ve ikinci bölümle­rinde yer alan bilgilere yabancı olduğundan anlayamadığını, üçüncü bölü­münde yer alan “ibâre”/uslûb konularına aşina olduğundan daha iyi anladı­ğını, teşbîh, mecâz, mukâbele gibi sanatlardan yararlandığını belirtirlxxxii. Kudâme, sıhhatü’t-taksîm, sıhhatü’t-tefsir, tetmîm, iltifât, fasl sanatları ile ahlak, duygu, erdemlik gibi vasıfları nakletmiş, mübalağa ve guluv konu­sunda Aristo’dan etkilenmiştir. Aristo’nun tragedya ve komedya sahne sa­natları türlerinden hareketle davranışları medh ve hicv olarak iki kısımda ele almış, medh türünde akıl, adalet, cesaret, iffet unsurlarından etkilendiği gö­rülür. Kudâme, Poetika’da yer alan taklit nazariyesi, şiir türleri ile Retorik’te yer alan politik, törensel ve yargısal hitabet türleri hakkında bilgisi olmadı­ğından bu konuları iyi anlayamamıştır.
Aristo’nun tecrübeci, sistematize edici, eleştirici ve didaktik özelliklerin­den yararlanan Kudâmelxxxiii, şekli yönden başarılı olup, edebiyata usul ve ölçü­ler getirmiştir. Eserinde konudan konuya atlama, uzatma olmayıp düzenli ve yerli yerindedir. Üslûbu, sözlerin seçimi, cümle düzeni sıkıntılıdır. Lafız ve anlam görkemliliği pek görülmeyip, kaynakları azdırlxxxiv. Bütün bu özellikle­riyle Kudâme, şiir ve belâgatın, şekli ve donuk hale gelmesine neden olmuş­tur. Arapların alışık olmadığı bu tarzda gelişme gösteren edebiyatta, edebî zevk kaybolmaya başlamış, akıl ve felsefe öne geçmiştir. Eğer Kudâme daha tabiî olup, edebiyat zevkine uygun olarak konuları işleseydi, şiir, belâgat ve edebî tenkit alanında önemli bir eser ortaya çıkarabilirdi. Ancak bu hali ile de edebî tenkit alanında önemli bir kaynaktır.
Taha Hüseyn, Kudâme’ye izafe edilen Nakdü’n-nesr adlı eserin ona ait olmadığını ancak Abdulhamîd el-‘İbâdî’nin bu eseri neşrederek Kudâmeye izâfe ettiğini belirtirlxxxv. Şevkî Dayf ise bu eserin, Kudâme’nin çağdaşı İshâk b. İbrâhîm b. Süleymân tarafından te’lif edildiği ifade ederlxxxvi. Eserde, Arap belâ­gatının, felsefenin etkisine girmiş olduğunu görülür. Müellif eserini el-Câhiz’in el-Beyân adlı eserine alternatif olarak yazdığını, eserde bilgilerin dağınık olduğundan, belâgatı tam olarak ifade edemediğini belirtirlxxxvii. Kıyas ko­nusuna geniş yer veren müellif, eserinde mantık ilminden yararlanmış, ku­ralların tarif ve açıklamalarında aşırı gitmiş, Nakdü’ş-şi‘r kadar başarılı ola­mamıştır lxxxviii.
Tercüme faaliyetlerinin getirdiği yeni bilgi ve kültür birikimi sayesinde, Kudâme’nin Nakdü’ş-şi‘r adlı eserini yazdığı dönemde şairler lafız, anlam, sanat, üslûp gibi konularda yenilik getirmişlerdirlxxxix. Beşşâr b. Bürd (ö.167/890)’ün kurucusu kabul edilen “muhdes” ekolünün en önemli temsil­cilerinden Ebû Temmâm (ö.231/845) ve daha sonra gelen el-Mütenebbî (ö.354/965), şiirlerinde daha önce görülmeyenxc yeni anlamlar, bol sanatlar, karmaşık kelime ve cümleler, yeni medeniyette sık kullanılan tabir ve ifade­leri kullanmışlardır. el-Buhturî (ö.284/897)’nin öncülük ettiği eski şiire bağlı ekol ise, yeni ekole karşı çıkmışlardır. Her iki ekoldeki şairleri, bazı edip ve tenkitçiler, yazdıkları eserlerinde eleştirmişlerdir. Şâirler arasında bu tür tar­tışmalar devam ederken, Kudâme’nin etkisi çok geçmeden şiir, belâgat ve edebî eleştiri alanında görülmeye başlanır.
Kudâme’nin yönteminden başta Ebu Hilâl el-‘Askerî (ö.395/1004) ol­mak üzere İbn Reşîk el-Kayravânî (ö.456/1063) ve dönemindeki bazı ediple­rin etkilendiği görülür. el-‘Askerî, Kitâbü’s-Sinâateyn adlı eserindexci Kudâme’nin metodunu takip ederken, edebî sanatların sayısını çoğaltıp, ayet, hadis ve şiirlerden bolca örnekler verir. el-‘Askerî, bu eserinde onun şiir ve şiirin tenkidinde başlattığı yenilikleri devam ettirmeyi, nesir türünü de ince­lemeyi hedeflemiştirxcii. Kudâme’nin, medh konusunda Aristo’dan aldığı akıl, adalet, cesaret, iffet gibi özellikleri inceler. el-Askerî, belâgat kurallarını açıklarken ilmi bir mantık kullanır. Eserinde kurallar hakim olduğundan edebî zevk önemli ölçüde kaybolurxciii.
İbn Reşîk, el-‘Umde fî mehâsini’ş-şi‘r ve âdâbihî ve nakdihî” adlı ese­rinde kavramları tarif ve tasnif etme yönünden Kudâme’den etkilenmekle birlikte, kendi sade üslûbu, konuların anlatımında verdiği bol örnekler ve ko­nuları aşırı kurallarla sıkıcı hale getirmemesi yönüyle farklılık arz eder. İbn Reşîk yaşadığı döneme kadar şiir, belâgat ve edebî tenkit ile ilgili konuları bu eserinde güzel bir şekilde tasnif ederek ele almış ve çok önemli başvuru kay­nağı ortaya koymuşturxciv. İbn Reşîk, “Tezyîfü Nakdi’ş-şi‘r” adlı eserinde Kudâme’nin yaptığı yanlışlıkları dile getirir.
Eski şiir taraftarlarına destek veren el-Âmidî (ö.384/994) ise Kudâme’yi “Tebyinü galati Kudâme fi nakdi’ş-şi‘r adlı eserinde eleştirse de lafız, anlam, üslûp gibi konularda onun tesirinden tamamen kurtulamazxcv .
Aristo’nun Poetika ve Retorik adlı eserlerine Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ gibi filozoflar tarafından şerhlerin yapılması, mantıkla ilgili çalışma olarak gö­rülmüş, bu nedenle mantık külliyatının içerisinde kalmıştır. Tâhâ Huseyn, İbn Sînâ dışındaki felsefecilerin Poetika ve Retorik hakkında yaptıkları şerhlerde sıkıntılar olduğunu, İbn Sînâ’nın da Poetika’yı tam olarak anlayamadığını, bununla birlikte Retorik’i daha iyi anladığını, “Şifâ” adlı eserinde bununla il­gili tahliller yaptığını ve taklit nazariyesini de iyi anlamakla birlikte tahlilleri soyut olduğundan anlamların yerli yerince oturmadığını ifade ederxcvi.
İbn Sînâ gibi filozofların Retorik eseri hakkında yaptıkları şerh ve yorum çalışmaları bir süre mantık eserleri içerisinde kalırken; ‘Abdülkâhir el-Cürcânî bu bilgilerden genişçe yararlanır. el-Cürcânî, Arap edebiyatında ter­cüme faaliyetlerinin en yoğun etkisi görülen ediptir. el-Cürcâni, Yunan fel­sefe, mantık ilimleri ile Aristo’nun iki edebiyat eserinin şerh ve yorumlarını, diğer milletlerden tercüme edilen edebiyat eserlerini, kendinden önceki ediplerin telif ettikleri kitapları inceleyip, sentezleyerek edebî zevkin hâkim olduğu “Esrârü’l-belâğa” ve “Delâilü’l-i‘câz” adlı eserleri te’lif etmiştir.
el-Cürcânî, hem Yunan felsefe ve mantığını, hem de Arap edebiyatının mevcut birikimini çok güzel derleyip, sentez yaparak günümüze kadar etkisi sürecek görüşler ortaya koymuşturxcvii. el-Cürcânî, “Esrârü’l-belâga” adlı ese­rinde, İbn Sînâ’nın, Aristo’nun Retorik adlı eserinden yaptığı şerhlerin “ibare” bölümü üzerinde incelemeler yaparak, hakikat ve mecâz konularını ele alıp, doğru sonuçlara ulaşmıştır. Aristo’nun, cins ismi, neve; nevi ismi, cinse; nevi bir ismi başka bir neve hamletmesine, mecâz-ı mürsel, suret de­diği teşbihe dayalı mecâz’a ise istiâre adını vermiş, bu sanatları daha önce ele alınmamış bir şekilde derinlemesine incelemiştir. Ancak ele aldığı konularda Aristo’yu aşamamıştırxcviii.
el-Cürcânî “Esrârü’l-Belâğa” adlı eserini telif ettiğinde Aristo’yu çok iyi yorumlayan, açıklayan felsefeci konumundaydıxcix.Taklit nazariyesinin Arap­larda özellikle de el-Cürcânî’de yansıması mecâz, teşbîh ve kinâye şek­linde olmuşturc. el-Cürcânî, “Delâilü’l-İ‘câz adlı eserinde, güzelliğin cüm­lede, üslûpta olduğunu ifade ederek cümleyi geniş olarak ele alarak, atıf harflerinin manaya etkisinden bahsederci. Aristo’nun dil ve belâgat ile ilgili görüşlerinden yararlanarak nahiv felsefesini ele aldığı ve kendisinin de “meâni’n-nahv” ya da “nazm” dediği “meânî” ilmini sistemli bir şekilde kurmuştur. el-Cürcânî’ye göre nazm, sözün nazmı ile eşyalar arasında irtibat kurmaktır. Bu da nahiv ilminin kurallarını, sözde kullanmak ve tatbik et­mekle gerçekleşir. Kelimeler tek başına fasih olmayıp ancak cümle içinde fa­sih ve beliğ olabilir. Sözün de beliğ olabilmesi için, nahiv kurallarına uy­gunluğu şarttır. Sözün nazmı ile eşya arasında irtibat yolları olarak gördüğü nahiv kurallarından atıf harfleri, takdîm-te’hîr, hazf, mübtedâ ve haberin hazfi, hal cümlesindeki vav’ın hazfi v.b. konuların önemini vurgulayıp, îcâz, itnâb, vasl, kasr ve muktezây-ı hâli mana için gerekli görmüştürcii. Gramer ile belâgat kurallarını sentez yaptığı bu eserinde grameri, canlı, fonksiyonel ve pek çok anlam ifade eden bir ilim haline getirmiştir.
el-Cürcâni’den sonra telif edilen edebî eserler genellikle onun bu eserle­rini anlamaya, şerh etmeye yönelik olmuştur ki, bu tür çalışmalar şerh ve ha­şiye dönemini başlatıp, kelâm ekolü adını almıştır. Şerhler döneminde ortaya çıkan edebiyat eserlerinde felsefe, mantık, kelâm, usûl bilgileri bol miktarda yer alırken, edebî zevk ve kabiliyeti geliştirici özellikler görülmezciii. Fahruddîn er-Râzî (ö.666/1267), el-Cürcânî’in belâgatla ilgili eserlerini telhîs ettiği eserinde şekle çok önem verir ve donuk, edebî zevkten uzak kurallar ortaya koyar. es-Sekkâkî (ö.626/1229) de mantık, felsefe, usûl, nahiv bilgile­rini belâgat ilminin tasnifinde kullanır ve yeni bir tasnif yapar. el-Kazvînî (ö.739/1338), es-Sekkâkî’nin Miftâhü’l-‘ulûm adlı eserinin üçüncü bölümüne yaptığı şerhle onun görüşlerine tamamen bağlı kalmayıp kendi görüşlerini ve daha önceki belâgatçıların görüşlerini ortaya koyarciv. Kelâm ekolüne karşın, Arap edebî zevkine sahip, İbn Sinân el-Hafâcî (ö.466/1073), İbnu’l-Esîr (ö.637/1239) gibi edipler, felsefe ve mantık kurallarına karşı edebî çalışmala­rını sürdürmüşse de fazla etkili olamamışlardırcv.
Sonuç:
Emevîlerle başlayıp Abbâsîlerle zirveye ulaşan tercüme faaliyetlerinin Arap edebiyatının belâgat, şiir ve nesir türlerinde önemli etkisi olmuştur. Helenistik kültürden tercüme edilen felsefe, mantık kitaplarının, Arap edebi­yatında daha önce yapılmayan kavram ve teoriler, bunların tarifi, taksim ve sınıflandırılması, cins ve fasıllara göre izahlarının yapılması gibi metodolojik yönden önemli tesirleri olmuştur. Aristo’nun Retorik ve Poetika kitapları ise tercümelerden ve Yunan edebiyatını tanımamaktan kaynaklanan nedenlerle muhtevası kısmen anlaşıldığından, bu eserlerin muhteva yönüyle tesiri az ol­muştur. Bu eserlerdeki mantık ve felsefe etkisindeki metodolojiden geniş öl­çüde yararlanılmıştır. İbn Mukaffa‘ gibi devlet divanlarında hem kâtip hem de mütercimlik yapan Fars asıllı pek çok edip farsça ve hintçeden çeviriler yapmış ve sahip oldukları bilgileri de bizzat devlet kademesinde ve kendi yazdıkları edebî eserlerde kullanması nesir edebiyatının gelişmesini sağla­mıştır. Farslılar, Arap edebiyatına ahlak, hikmet gibi özellikler ve bol sanatlı, süslü, görkemli bir üslûp ile tesir etmişlerdir.
Şiir ve belâgatı ilim olarak gören Kudâme b. Ca‘fer, felsefe ve mantık ilimlerindeki yöntemlerin tesiri ile şiir- belâgat ve edebî tenkit alanında şe­kilci kurallar koymuş, edebî zevki arka plana atmıştır. el-‘Askerî gibi edipler, onun yöntemini edebî zevki fazla ihmal etmeden takip ettirmişlerdir. Abdülkâhir el-Cürcânî, mantık, felsefe yöntem ve kuralları ile edebî zevki öl­çülü bir şekilde kullanıp, belâgat, şiir ve edebî tenkitte güzel bir sentez yap­mıştır. Bu açıdan tercüme faaliyetlerinin en verimli tesiri el-Cürcânî’de gö­rülmüştür. Ancak ondan sonraki çalışmalarda edebî zevk ihmal edilmiş, mantık, felsefe ve usûl bilgilerinin yoğun olduğu şerh ve haşiyeler ortaya çıkmıştır.

Konular