EXPLORING THE CAUCASUS IN THE 21TH CENTURY

Karadeniz Araştırmaları • Bahar 2011 • Sayı 29 • 157-171
[KİTAP DEĞERLENDİRME]
EXPLORING THE CAUCASUS IN
THE 21TH CENTURY
Osman Karatay∗
Companjen, F. – Marácz, L. –
Versteegh, L. (ed.), Exploring the
Caucasus in the 21th Century, Pallas
Publications, Amsterdam, 2010.
Eskiden insanlar, yani tarihin ve medeniyetin
ağırlık noktasında yaşayan
Ortadoğu kültürleri Kaf dağının ötesini
iyi bilmediklerinden, çok zengin
bir masal külliyatı oluşturmuşlardır.
Bu masalların Kafkas gerçeğini ne
derece açıkladığına inandıklarını bilemeyiz
ama Kafkaslar 20 yy boyunca
da bilinmeyen, kapalı bir bölge
olmaya devam etti. Bu bakımdan,
Amsterdam Üniversitesi’nden Com-


Doç. Dr. Osman Karatay, Ege Üniversitesi,
TDAE. karatay.osman@gmail.com
panjen, Marácz ve Versteegh’in editörlüğünde
hazırlanan Kafkaslar hakkındaki
kitabın başlığı çok anlamlı.
Burası ancak son dönemde görülebilir
ve erişilebilir hale geldi ve bir taraftan
da çok sayıda habere kaynaklık
ederek küresel dikkatleri üzerine
çekti. Bu bakımdan, bölgenin çağdaş
bir keşfinin gerektiği ortadadır.
Exploring the Caucasus anladığı-
mız manada bir uluslararası ilişkiler
kitabı değil. Okuyucuyu Kafkaslarla
tanıştırmayı amaçlayan bir grup bilim
adamının yazıdan, edebiyattan
başlayarak nüfus cüzdanlarına kadar
çeşitli konuları inceleyerek yaptıkları
geniş ölçekli toplumbilim yazılarının
bir bütün oluşturmasıyla teşkil edilmiş.
Yani, bölge çalışmalarının dünyada
geldiği aşamayı takip eden bir
çalışma. Bizde uluslararası ilişkilerden
sadece diplomasiyi anlayanlar,
elbette burada edebiyat veya sosyolojinin
en üst seviyede bir “bölgeyi
anlama vasıtası” olarak kullanılması-
nı yadırgayacaklardır.
Çerkezlerin Ruslarca 1863’teki
tehcirini ilk çağdaş soykırım olarak
tasnif eden R. Does, makalesinde
Kafkaslardaki toplulukların toprak ve
siyasetle ilişkilerine dair derin tarihten
gelen dalgaları alarak ilginç bir
saptama yapar: Eskiden beri devlet
nedir bilmeyen dağlı etnik topluluklar
Sovyet döneminde cumhuriyet
veya özerk bölge sahibi oldular. Sovyet
döneminde kendi topraklarında
azınlıktaydılar ama 20 yıldır süreç
tersine işledi ve etnik tektürlüleşme
yaşandı. Şimdi hem Ruslar buralardan
gitti, hem de herkes kendi etnik
bölgesine çekildi. Böylece tarihteki
Kafkasların aksine, şimdi etnik sınırların
belli olduğu, siyasallaşmış topluluklar
ortaya çıktı. Dolayısıyla top-
158
rak ve egemenlik paylaşımına sıra
gelince kavga gürültü başlıyor. Kafkasların
Rusya’nın arka bahçesi mi,
serhat bölgesi mi olduğunun tartışıldığı
bir ortamda, Rusların genel olarak
burada ne yapacaklarını bilmedikleri
görülüyor. Uygulanan (merkezileşme
ile federallik arasındaki
çeşitli derecelerdeki) siyasetlerin
hepsi de bıçak sırtı ve ne yapılırsa
yapılsın artık Ruslar etnik olarak Kafkaslardan
çekiliyorlar. Artan merkezileşme
bağımsızlık söylemlerine hak
kazandırıyor, artan federallik ise
bunları zaten bağımsızlığa yaklaştırı-
yor. Kafkasların bölünmüşlüğü ve
küçüklüğü Rusya karşısında gücünü
orantısız hale getiriyor ama mevcut
süreçlerin önümüzdeki dönemlerde
farklı manzaralar sergilemesi beklenebilir.

M. Kemper hayatta okunabilecek
-bence- en güzel bilimsel makalelerden
biriyle katkıda bulunmuş. Makalenin
başlığında Dağıstan’ı bir Arapça
adası olarak nitelemiş ve ülkedeki
Arapça kullanımının tarihini veriyor
ama makale bittiğinde Dağıstan’ın
bütün toplumsal ve siyasal tarihini
akıcı bir dille okumuş oluyoruz. Kemper
bu aykırı makalesinde pek çok
ezberi de bozuyor. Mesela Hacı Murat
ve Şeyh Şamil’in şahsındaki Kafkas
mücadelelerinin, şimdilerde yerleşmiş
‘Müridizm’ kavramıyla bilinen
tasavvufun (Nakşîlik) etkisiyle açıklanamayacağını,
apayrı bir akım ve
hareket olduğunu söylüyor ve ekliyor:
Tasavvuf, bazı istisnalar dışında
Şamil’i desteklemedi ve eleştirdi.
Dünyada çok dilli çok ülke vardır
ama muhakkak bir dil diğerlerine gö-
re daha yaygındır ve ortak iletişim
vasıtası haline gelmiştir. Küçük bir
ülke olan Dağıstan’da ise sayılamayacak
kadar dil vardır ve en büyüğü
olan Avarca ancak yüzde 23’lük orana
sahiptir. Şimdiye kadar kitaplarda,
sahil bölgelerinde yaşayan Kumuklar
sayesinde Türkçenin bölgede geçer
dil olduğunu, Rusların gelişiyle birlikte
Türkçenin etkisini yitirdiğini okuyorduk.
Kemper’e göre ise, nüfusun
çoğunun yaşadığı dağlık bölge
halklarının dünya ile iletişimi sağladıkları
sahil bölgesiyle temaslarında
Türkçenin önemini vurgular ama
kendi aralarında ortak iletişim dilinin
Arapça olduğunu söyler. Burada ücra
köylere kadar çok sıkı bir medrese
sistemi vardı ve insanlar konuşma ve
yazma seviyesinde Arapça öğrenirlerdi.
Hatta asıllarının Arabistan’dan
geldiğini söyleyen ve hâlâ Arapça konuşular
köylerin varlığı biliniyor. Bu
durumun sonucu, dağlık bölgelerden
beklenemeyecek çok zengin bir edebiyatın
ortaya çıkması olmuştur. Da-
ğıstan’daki Arapça yazmaların kaydadeğer
bir kısmının yerelde her şeyi
yakıp yakın komünistlerin barbarlı-
ğından kurtarılarak, Petersburg’a
gönderilmiş olduğunu da öğreniyoruz.
İlginç olan şey, Kemper’dan öğ-
rendiğimize göre, Şamil’in cihadı bitirildikten
sonra Dağıstan’da Arapça
öğreniminin daha da artması, eskiden
kendi aralarında ve İslam dünyasıyla
iletişmekte kullanılan bu dilin,
şimdi Ruslarla iletişim için kullanılmasıdır.
Tabii bu durum Sovyet dö-
neminde son bulmuştur.
Makalede çeşitli Türk memleketlerindeki
Ceditçilik akımlarının Da-
ğıstan’daki yansımaları, Komünizm
döneminde ülkede İslam’ın durumu
ve şu anda tamamına yakını Müslü-
man olan Dağıstan’daki İslami geliş-
meler gibi önemli ve ilgi çekici konuları
da usta bir kalemden okuyabiliyoruz.

159
Kafkas dağlık bölgesi akla hemen
Çeçenleri getiriyor. Bu cesur ve ger-
çekte anlaması zor halkın hikâyesi
olmadan böyle bir kitap eksik kalırdı
ve bunu M. Jansen Rus edebiyatının
ünlü kalemlerinin şahitliğinde yapı-
yor. Çeçenleri anlamak zor dedim,
zira 1946 yılında onbinlerce insanın
ölümüyle sonuçlanan bir tehcirle vatanlarından
sürüldüler ama on yıl
sonra gittiklerinden daha kalabalık olarak
geri döndüler ve iki kuşak içinde
nüfusları yaklaşık dörde katlandı.
1994-96 ve 1999 savaşlarını okuduktan
sonra hazır zamana dair değerlendirmeleri
alıyoruz ve Rusya’nın
sorunu çözmek için Çeçenistan’da
iktidara yerleştirdiği güya kendi adamı
olan Kadırov’la başının büyük
dertte olduğu yorumlarına rastlıyoruz.
Bu arada, Jansen’in edebiyat alıntılarına
bir katkı da biz yapalım.
Yazar, Kadırov’u ezici bir çoğunlukla
iktidara getiren ilk seçimlerde ölü
kimselerin bile oy kullandığını yazı-
yor. Aklıma Gogol’ün “Ölü Canlar”ı
geldi. Rusya’da galiba ölüleri çalış-
tırmak alışıldık bir uygulama.
Kitabın editörlerinden F. Companjen
üç Güney Kafkas devletindeki
geçiş ve dönüşüm süreçlerini karşı-
laştırmalı olarak ele alıyor ama nihayet
üçünün de dönüp dolaşıp birbirinin
aynı olduğu noktasına geliyor.
Companjen’in ana uğraşı diktadan
demokrasiye geçişe dair yaşanmış
örneklerden çıkılarak oluşturulmuş
kuramları burada görmeye çalışmak
ama sözkonusu kuramlar 20 yıl içinde
geçişin tamamlanacağını öngö-
rürken, bağımsızlıktan 20 yıl sonra
yazılmış bu yazı mevcut hali çok karamsar
bir tabloyla betimliyor. Yazı-
da dönüşüme engel olan veya yavaş-
latan çeşitli hususlar sıralanıyor. Birinci
sırayı eskiden komünist dönemin
kaymağını yiyen ‘kanuni hırsızlar’
olan bürokrat takımının yeni dö-
nemde yeni yapılanmalarla kayıplara
uğrayacakları endişesiyle kurumsal
dönüşümlerin önüne geçmeleri alı-
yor. Rejim değişmekle birlikte bunlar
makamlarını koruyor ve kurumlarda
yapısal değişiklik olmadıkça şahsi
çıkar sağlamayı sürdürüyorlar. Dolayısıyla,
ideolojik olmasa bile, uygulama
da gelişme ve değişmeye sürekli
ket vuruyorlar.
Bir başka kaydadeğer engel olarak
dikey geniş aile yapıları gösteriliyor.
İktidar sahiplerinin yakın ve
uzak çevreleri kendilerini iktidarın
ortağı, dolayısıyla nimetlerinin paylaşımcısı
olarak görüyorlar. Böylece
bu kimselerin siyaseten geniş ve çok
katmanlı bir toplumsal destek yerine,
dar ama hem çıkar, hem de başka
yakınlıklar üzerinden sıkı örgütlü derin
toplumsal desteklerinin olduğu
görülüyor. Böyle bir yapı ise en başta
demokratik şuurun gelişmesinin ö-
nünde engel olarak duruyor.
Companjen’in bir başka vurgusu
batıda demokrasinin devlete karşı
halkın mücadelesiyle gelişip yerleşti-
ği şeklinde. Burada ise insanlar devlete
ve devlitlilere karşı kendilerini
korumak değil, devleti ve toprakları-
nı komşularına karşı korumakla meş-
guller. Dolyısıyla bireysel hak ve hürriyetlerin
her kademede artırılmasını
öngören demokratik süreç burada
gündemin gerisinde kalıyor. Companjen’in
bu tespitini doğrulayacak
örnekler var. Romanya ve Bulgaristan
gibi ülkeler çok sıkı diktatörlükler
yaşamış olmakla birlikte, ortada
toprak sorunu, dolayısıyla hayati öl-
çekte bir ‘milli dava’ bulunmadığı i-
çin, demokratik süreç diğerlerine kı-
yasla daya iyi işlemiştir.
160
Demokratik gelişmede kültür koyucu
temel bir unsur olarak dinin
rolünü irdeleyen yazar, bir genelleme
yaparak Ortodoklarda demokrasinin,
Müslümanlarda ise kadın haklarının,
dolayısıyla kadın katılımının geride
kaldığı şeklindeki genel yargıya işaret
ediyor ama bu ikinci hükmü Azerbaycan
için söylemek herhalde
kolay değildir. Azerbaycan’da kadınların
siyasi süreçlere katılımı güya
gelişmiş Batı demokrasilerini kıskandıracak
seviyede gözüküyor ama toplamda
demokratik gelişmede büyük
adımlar atılamadığından, meyveleri
fazla gözükmüyor.
Yalnız yazarın tarihi zemini açıklarken
bilgi bazı hatalarına düştüğü
görülüyor. Örneğin Ermeniler 1. Dünya
Savaşı’nda Osmanlılara yeniliyor
ve Erzurum ve çevresindeki şehirleri
kaybediyorlar. Yine bu savaşlarda bir
milyon kadar Ermeni Türklerce öldü-
rülüyor. Ciddi bir çalışmada bu türden
tarih hatalarının olmaması beklenirdi.

Bu çalışmayı kaldığı yerden M.
Bader devam ettiriyor. Üç Güney Kafkas
devletindeki siyasi yapıları, daha
doğrusu iktidarları ve toplumsal dayanaklarını
inceliyor. Önceki yazıda
geniş aile (clan) konusu daha yerine
oturtuluyor ve ismi bölgesellik olarak
konuyor. Komünizmden çıkmış
ülkelerde farklı ideoloji ve akımlara
sahiplik edecek toplumsal katmanlar
bulunmadığından, bunun yerini bölgesellik
alıyor. İnsanlar kendi memleketlerine
dayanarak siyasi güç sahibi
oluyorlar. Bu aynı zamanda partilerin
birer bölge partisi haline gelmesine
yol açıyor. Bu yapı fikirleri
değil kişileri öne çıkartıyor. Esasında
birbirinden farkı bulunmayan parti
programlarının halk nazarında anlamı
kalmıyor ve tamamen kişilere oy
veriliyor. Örneğin, Ermenistan’da
parti programlarının hiçbir önemi
yok (Biz Bader’in söylemediğini söyleyelim:
Hepsi de uç milliyetçi olan
partilerin herhangi bir konuya farklı
yaklaşımları bulunmuyor).
Bu şartlarda siyasi partiler, gücü-
nü doğum bölgelerinden alan iktidar
seçkinlerinin çıkarlarını koruma ve
kollamada birer vasıtadan başka bir
şey değil. Böyle çıkar ilişkilerine dayalı
sıkı örgütlenmeler karşısında
muhalefet partileri aydınların birer
fikir kulübü olarak kalıyor ve özellikle
basında fazla varlıkları olmadığı
için, seslerini duyurmakta güçlük çekiyorlar.
Kazanamayacakları şeklindeki
karamsarlık ise bir kısır döngü-
ye dönüşüyor ve sonuçta seçimlerin
sonucu önceden belli oluyor. Bu yüzden,
bölgedeki üç ülkede de yöneticiler
makamlarında uzun süre oturmuşlardır.
Bader bunu söylemiyor
ama biz 2004 başında kadife devrimle
gelen Gürcistan cumhurbaşkanı
Saakaşvili’nin de şimdiden uzun süre
koltukta kalmış biri olduğunu söyleyebiliriz.
Üstelik yakın zamanda gideceğine
dair işaretler bulunmuyor.
Güney Kafkas ülkelerindeki yönetimlerin
bir başka özelliği başkanlık
sistemleri. Başbakan bulunsa bile, icranın
sahibi fiilen cumhurbaşkanı olduğundan,
tek adam olan cumhurbaşkanlarının
yanında silik kalıyorlar.
Biz burada bir parantez içinde
karizmanın öne çıkışına vurgu yapacağız.
Güçlü bir adam başbakan oldu-
ğunda cumhurbaşkanı silikleşebiliyor,
hatta kukla haline gelebiliyor.
Sırbistan’da Milošević başbakandı ama
birinci adamdı. Rusya’da Putin
döneminde başbakanın adını bilmiyoruz,
şimdi ise Putin başbakan oldu
161
ve adiyattan haberlere konu olmasa
cumhurbaşkanının adını bilmeyece-
ğiz.
Bader’in Güney Kafkasları iyi tahlil
ettiğinden kuşkulanılabilir. Daha
ziyade genel siyaset kuramları içinde
Güney Kafkaslardaki gelişme ve olguların
nereye oturduğunu görmeye
çalışıyor. Yöntemi de öyle. Önce kuramı
ve gerçek duruma dair beklentileri
sıralıyor, ardından kısaca nesne
bölgeden örneklere değiniyor.
Gürcistan örneğinde toplumsal
dönüşüm konusunu sorgulayan O.
Reisner, nüfus cüzdanlarından etnik
kimliğin silinmesi tartışmasını ve bu
esnadaki tartışmalardaki yaklaşımların
‘yükselen değerler’ ile ilişkisini
irdeliyor. Sovyet dili eskidiğinde
1980’lerde daha açık olmak üzere,
aydın tabakası milliyetçi bir söylem
üzerinde fikir birliği etmişken, milliyetçi-devletçi
yapının avukatları haline
gelmiş bu güruhun şimdilerde
toplum üzerindeki etkisini kaybettiği
ve çeşitli kaynaklardan ortaya atılan,
çoğunlukla onlara yabancı demokrasi
ve insan hakları gibi kavramlar üzerinden
bireysel alanı öne çıkaran
Batıcı söylem karşısında, özellikle
genç kuşak nazarında gerilediği gö-
rülüyor. Reisner’in Gürcistan’la ilgili
bir diğer tespiti ise, burası çalışılırken
daha köklü ve derinde bulunan
Ortadoğu kaynaklı siyaset algısının
göz ardı edilmemesini önermesidir.
F. Companjen, kitaba diğer bir
katkısında Ağustos 2008 çatışmalarını
anlatıyor. Gürcülerin Güney Osetya’daki
Rus birliklerine saldırması
ve Rusların şiddetli cevapları neticesinde
Gürcü kuvvetleri Güney Osetya’yı
tamamen boşaltmışlar, ardından
Abhazya’nın Gürcü denetiminde
kalan son bölgeleri de Abhaz-Rus ortak
harekâtıyla Gürcülerden alınmış-
tı. Makalede ilgili tarafların gözüyle
önceki ve sonraki gelişmeler değerlendirilse
de, Ağustos 2008’i anlamak
için yeterli bir çalışma olduğunu söylemek
zor. Hukuki sonuçlara dikkat
çekilmesi daha önemli. Rusya’nın (ve
Nikaragua’nın) G. Osetya ve Abhazya’nın
bağımsızlığını tanıması, aynı
hukuki konumda bulunan Çeçenistan’ın
bağımsızlık iddiası ö-nünde
hiçbir hukuki engel bırakmıyor. Ve
Rusya kendi dışındaki bölgelerde barış
korumak adına silahlı harekâtta
bulunabilirken, yarın Azerbaycan’ın
işgal altındaki kendi topraklarını kurtarması
için silahlı seçeneğe başvurmasına
itiraz etmek anlamsızlaşıyor.
Hukuki sonuçları C. Hille değerlendiriyor
ve G. Osetya ve Abhazya’-
nın bağımsızlığının tanınmasını uluslararası
hukukta yeni bir çağın baş-
langıcı olarak görüyor. Yazarın dikkat
çektiği üzere, Rusya bu bağımsızlığı
tanırken keyfi ve sebepsiz gö-
rünmemeye çalışıyor. Bir nevi, kısa
bir süre önce Batı öncülüğünde ba-
ğımsızlığı ve Sırbistan’dan kopuşu tanınan
Kosova’ya cevap vermiş oluyor.
Uluslararası hukuk tüm ülkelerin
toprak bütünlüğünü temin ederken
ve Sırbistan için toprak bütünlüğüne
dokunulmayacağını ifade eden 1244
no’lu BM bildirgesi varken, Sırbistan’dan
ayrılma hakkı bulunmayan
özerk bölge konumundaki Kosova’-
nın ayrılmasının tanınması Belgrat
ve Moskova’da hukukun çiğnenmesi
olarak görülmüştü. Kosova ve destekçilerinin
görüşü ise ayrılma hakkını
tanıyan yasanın var olduğu,
Milošević tarafından kaldırıldığı şeklindeydi.
Benzer durum sadece Abhazya
için var. 1921’de Sovyetlere
katıldığında burası Gürcistan gibi
ayrı bir cumhuriyetti ama Stalin dö-
162
neminde durum değiştirilip Gürcistan’a
bağlandı. Hukuki savlarda bu
kadar geriye gidip delil bulunabilir
mi, bu tartışılır ama gerçek olan şey
G. Osetya için böyle bir durumun olmaması.
Bir önceki yazıda Companjen’in
dile getirdiği gibi, son derece
fakir şartlardaki 60 bin Oset’in ba-
ğımsız bir devleti yürütemeyeceği
ortada ve eninde sonunda Rusya’nın
bir bölgesi olan Kuzey Osetya ile birleşecek.
Böylece Rusya 2008 harekatıyla
aslında askeri yolla toprak kazanmış
olacak.
Kitabın editörlerinden L. Versteegh
ise Azerbaycan ve Ermenistan’-
daki ifade özgürlüğü konusunu Avrupa
Konseyi (bağlamında hazırlanan
raporlar) bağlamında değerlendiriyor.
Raporlar Azerbaycan’da muhalif
gazeteciler üzerinde baskı oldu-
ğunu ifade ederken, Ermenistan’da
durum çok feci. Vakıa, siyaseten iktidardan
farklı bir basın veya aydın
takımı bulunmuyor ama örneğin gazetecilerin
bir yolsuzluk veya usulsüzlüğü
haber yapmaları dünyanın
neresine giderlerse gitsinler, bulunup
öldürülmeleri için bahane olarak
yetiyor. Böyle bir şeyin dünyada eşi
bulunmuyor. Ayrıca, Ermenistan’daki
seçimlerin hiçbiri Avrupa’da beklenen
ölçütlere uygun değil.
E. N. Martínez ise aynı örnekleme
üzerinde sanat özgürlüğünü inceliyor.
Makalesi bir uzman incelemesinden
ziyade, Azerbaycan ve Ermenistan’a
ziyarette bulunmuş bir İspanyol
iletişimbilimcinin tanıştığı
birkaç sanatçı üzerinden edindiği izlenimlerinden
oluşuyor. Tabii sanat
diyince çağdaş sanat ve içeriğindeki
aykırılık, sistem karşıtlığı konu ediliyor.
Onun birkaç örneği sanatçıların
mevcut devlet ideolojilerinden azade
olarak birbirleriyle diyalog istedikleri
şeklindeki genellemesini haklı çı-
karmaya yeter mi, bilinmez. Hoş ifadelerle
sanatın sınırötesiliğinden
bahsetmek güzel ama ötekileme sı-
nırlarını ören sanatı görmeyerek de
gerçeği yakalama imkânımız kalmaz.
Ermeni kinciliği ve onun ürünü olan
terörü de kuşkusuz belli bir sanat
ortamından beslenmektedir.
163
MISIR'DA İNGİLİZ İŞGALİ.
OSMANLI'NIN DİPLOMASİ
SAVAŞI 1882- 1887
Şefaattin Deniz∗
Süleyman Kızıltoprak, Mısır'da
İngiliz İşgali. Osmanlı'nın Diplomasi
Savaşı (1882-1887), Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul,
2010.

Ortadoğu, Tunus’ta başlayan halk
hareketleriyle birlikte bir anda dünya
gündeminin merkezine otur-du.
Bu halk hareketlerinin Ortadoğu’nun
en önemli aktörlerinden Mısır’a kayması
gözlerin bu ülke üzerinde odak-

∗ M.S.G.S. Üniversitesi, Yeniçağ Tarihi bö-
lümü, doktora öğrencisi; İstanbul Bilim
ve Sanat Merkezi, Tarih birimi.
lanmasına neden oldu. Mısır halkının
on sekiz günlük direnişi otuz yıllık
diktatör Hüsnü Mübarek’in ve belki
de rejiminin sonunu getirdi. Bu olaylar
zinciri daha başka hangi ülkeleri
etkileyecek ve bölgede dengeler nasıl
değişecek? gibi sorular uluslararası
uzmanların, siyaset bilimcilerin konusu
olacak. Burada tarihçilerin gündeme
katkısı nasıl olabilir? Sorusuna
verilebilecek cevap, bugün yaşanan
olayların doğru bir şekilde analizinin
yapılabilmesi için olayların tarihsel
sürecini ortaya çıkarmaktır.
Ortadoğu’da bu halk hareketlerinin
başlamasından yaklaşık bir yıl
önce İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınlarından
Khaled Fahmy’nin “Pa-
şanın Adamları Kavalalı Mehmed Ali
Paşa Ordu ve Modern Mısır”, daha
sonra Tarih Vakfı’ndan Afaf Lutfı Al
Sayyıd Marsot’un “Arapların Fethinden
Bugüne Mısır Tarihi” kitabı çıktı.
Olayların hemen öncesinde ise Doç.
Dr. Süleyman Kızıltoprak’ın “Mısır’da
İngiliz İşgali Osmanlı’nın Diplomasi
Savaşı” kitabı yine Tarih Vakfı Yurt
Yayınları tarafından yayıma hazırlandı.
Bu kitaplar tarihin garip bir
cilvesi olarak, yakın zamanda bölgede
patlak verecek olayların arka planını
görmelerine imkân sağlayacaktı.
Bizim burada amacımız bütün bu
kitapları değerlendirmekten ziyade
Süleyman Kızıltoprak’ın hazırladığı
“Mısır’da İngiliz İşgali” kitabını okuyuculara
daha yakından tanıtmak
olacaktır.
Kitap giriş ve dört bölümden olu-
şuyor. Yazar kitabın temel amacını
“Mısır sorunu özelinde, Abdülhamid-
’in diplomasiyi ne derece etkili kullandığını
incelemektir” şeklinde özetliyor.
Mısır’ın İşgali, Osmanlı Devleti
açısından sadece diplomatik alanda
164
cereyan etmiş bir olay olduğundan,
modernleşme döneminde devletin
diplomasiyi ne kadar etkili kullanabildiğini
ortaya koymak açısından
önemlidir. Bu kitap işgalin beş yıl
öncesi ve sonrasında yaşanan olayları
analiz ediyor.
Arşiv kaynaklarının, Batıda ve
Mısır’da yayımlanan eserlerle birlikte
yoğrularak ortaya konulması kitaba
uluslararası bir nitelik kazandırmıştır.
Yazarın Yüksek Lisans tezinin
konusunun Memlukler olması, Mısır
tarihine daha geniş perspektiften bakabilme
imkânı sağlamıştır.
Kitabın giriş bölümünde Mısır
tarihinin bir panoraması ortaya konulmuş,
ama özellikle Mehmed Ali
Paşa’nın Mısır’daki otoritesinin yerleşmesi
üzerinde durulmuştur.
İşgale Doğru: “Mali Kriz ve Yerel
Tepkiler” başlıklı birinci bölümünde;
sömürgecilik ve emperyalizm kavramlarından
hareketle Mısır’ın nasıl
sömürgeci güçlerin ağına düştüğü-
nün veya düşürüldüğünün bir analizi
yapılmıştır. 1798 yılında Napolyon’un
işgaliyle birlikte Mısır’ın stratejik
ve ekonomik değeri daha da
fark edilmiştir. Hidiv İsmail ile birlikte
lükse varan harcamalar, tutarsız
yatırımlar, gereksiz fabrikalar, Sudan
ve Habeşistan’ı Mısır’a katma çabalarının
üstüne fellahların çalışma ko-
şullarının olumsuzluğu bir taraftan
ülke içinde tepkilere neden olurken,
diğer taraftan da ülkeyi büyük bir
borç batağına sürüklemiştir. Bu arada
borçlanmada etkin bir kişilik olan
Nubar Paşa’da rüşvet ve komisyon
adı altında aldığı paralarla servet sahibi
olmuştur.
Bütün bu borçlanma politikaları
Mısır’ın dışa bağımlılığı sonucunu
doğurmuştur. Borçlandırma yoluyla
devletin iç işlerine müdahale etme
politikası sadece Mısır’a özgü bir politika
değildi, benzer kaderi daha
sonra başka devletler de yaşayacaktı.
İsmail Paşa ve Mısırlı yöneticiler bu
süreci doğru okuyamadılar. İsmail
Paşa’nın hıdivliği Tevfik Paşa’ya devrettiği
sırada Mısır’ın yıllık geliri 8
milyon cüneyh iken buna karşılık
borcu ise 90 milyon cüneyh idi. İsmail
Paşa durumu kurtarmak için
Hidiviyete ve kendisine ait Süveyş
hisselerinin İngilizlere satışını bir
çözüm olarak görüyordu. Darboğazdan
kurtulmak için yapılan bu hamleler
de yeterli olmayacak, 1876 yılına
gelindiğinde Mısır borç ödemelerini
durdurduğunu açıklayacaktı. Ekonomik
çöküş siyasi çözülüşü de beraberinde
getirecek, İsmail’in yerine ge-
çen Hidiv Tevfik İngiliz ve Fransız
temsilcilerin elinde bir oyuncağa dö-
necekti. 1880 tarihli Borçları Tasfiye
Kanunu ile İngiltere ve Fransa Mı-
sır’ın tüm gelir kaynaklarını kontrol
etme ve düzenleme hakkını elde etti.
Bu durum ülkenin nasıl bir darboğaza
düştüğünün bir göstergesidir. Bü-
tün bu yaşananlar “Mısır Mısırlılarındır”
sloganı ile Urabi Paşa’nın ortaya
çıkışına zemin hazırlıyordu. Bu
bölümde Kızıltoprak, Said ve İsmail
paşaların borçlanma serüvenini, Mı-
sır’ın Avrupa devletlerinin ağına nasıl
düştüğünü ve Mısır’da başlayan
milliyetçi refleksi analitik bir tarzda
çözümlüyor.
Kızıltoprak kitabın ikinci bölü-
münde Osmanlı Devleti’nin Mısır
sorununa çözüm arayışlarını irdeliyor.
Sorunun çözümü için Abdülhamid
Mısır’a önce Ali Nizami Paşa
heyetini, ancak heyet soruna dair
herhangi bir çözüm üretemediği için
bu defa da Derviş Paşa heyeti bölge-
165
ye gönderiliyor. Derviş Paşa heyeti
Mısırlı halk ve askerlerin sevgi gösterileriyle
karşılanırken yabancılar da
o ölçüde tepki görüyor. Heyete hoş
geldin ziyaretinde bulunanlar arasında
Urabi Paşa da yer alıyor. Urabi
Paşa ve arkadaşları yabancıların Mı-
sır’daki etkisinin artmasından Hidiv’i
sorumlu tutmaktadırlar. Derviş Paşa
heyeti Mısır’da iken “Maltız Olayı”
yaşanmış, bu olay dengelerin değiş-
mesine, Mısır lehine olan Avrupa
kamuoyunun sempatisi kaybolması-
na neden olmuş, neticede İngiltere’nin
Mısır’ı işgaline bir zemin teşkil
hazırlamıştır. Bütün bu yaşananlar
Mısır’da milliyetçi refleksleri geliş-
tirmiş, nihayetinde Urabi Paşa’nın
popülaritesinin artması neticesini
doğurmuştur.
Bu bölümün en dikkat çeken
yanlarından birisi Derviş Paşa’nın
müteaddit defalar Mısır’a asker göndermesi
için merkeze telgraf çekmesidir.
Ayrıca İngiltere ve Fransa’da
padişaha Mısır’a müdahale etmesi ve
asker göndermesi için baskı yapmaktadırlar.
Ancak padişah hem Derviş
Paşa heyetinin bu telgraflarına, hem
de İngiltere ve Fransa’nın baskılarına
direnmektedir. Derviş Paşa merkeze
çektiği telgraflarda Urabi’nin Mı-
sır’dan uzaklaştırılmadan bu sorunların
çözülemeyeceğini ve Urabi Pa-
şa’nın Mısır için bir tehdit oluşturdu-
ğunu rapor ediyor. Ancak Padişah
hamasi politikalar yerine reel politikalar
peşindedir. 1877-78 Osmanlı-
Rus savaşında ordunun zayıf durumunu
görmüş, onu daha da zayıflatacak
savaş ve sıcak çatışmalardan
uzak tutmaya çalışmıştır. İstanbul
konferansına katılan büyük devletler
Mısır’da bozulan düzenin düzelmesi
için Osmanlı askeri kuvvetinin Mı-
sır’a müdahalesi konusunda ısrar
etmişler, padişah bir ara asker göndermeye
razı gelmiş, ancak Türk askeri
İskenderiye’ye ulaştıktan sonra
yabancı donanmaların çekilmesini
şart koşmuştur, tabii ki bu da onların
işine gelmemiş, işler bu şekilde sü-
rüncemede kalmıştır.
İngiltere Osmanlı Devleti’nin Mı-
sır’a müdahalesinden her şekilde
karlı ayrılacağını biliyordu. Osmanlı
Mısır’a müdahale ederse İngilizler
hem kendi askerini sıcak çatışmadan
uzak tutmuş olacak, hem de Müslü-
man askerleri birbirleriyle çatıştırmak
suretiyle her iki tarafı da yıpratmış
olacaktı. Ancak Abdülhamid
Osmanlı’nın kalbi olarak gördüğü
Balkanlarda meydana gelebilecek
olası hareketlenmelerden dolayı Mı-
sır’a müdahale etmek istemiyordu.
Bütün bu senaryoları görmüş olmalı
ki bütün baskılara rağmen Mısır’a
asker göndermek yerine olayları diplomatik
yollarla çözme yolunu tercih
etmiştir. İngilizler Osmanlının bütün
girişimlerine rağmen mesnetsiz gerekçelerle
Mısır’ı işgal etmiş, güçlü
görüntüsüne rağmen Urabi Paşa ordusu
iki saat içinde ağır bir yenilgiye
uğramıştı. Nihayetinde Kahire’de Urabi
ve arkadaşları tutuklanmış ve
sürgüne gönderilmiştir. Mısır’ın fiilen
İngiliz egemenliğine girmesine neden
oldu. Mısır’ın gerçek lideri hissine
kapılan ama yönetim becerisinden
yoksun olan Urabi asla amaçlarına
ulaşamadı.
Derviş Paşa’nın Mısır’da kaldığı
sürede yaptığı girişimler sonuçsuz
kalmış, İngiliz işgaline engel olamamıştı.
İngilizler Osmanlının Mısır’a
asker göndermesini istermiş gibi yaparken
karşı tarafın bu teklifi reddetmesi
için gereken siyaseti izlemekten
de geri durmamıştır. Abdül-
166
hamid’in bir oyuna gelmemek için
uzun hesaplar yaparken çekingen ve
kararsız davrandığı da söylenebilir.
Nitekim Kamil Paşa –hatıratında padişahın
kuşkuculuk hastalığından
dolayı birçok sorunda olduğu gibiMısır
sorununda da aynı zaafının
ortaya çıktığını belirterek, devletin
çıkarlarının zedelendiğini ve ele geçirilen
fırsatların kaçırıldığını ileri sürmektedir.
Hâlbuki Abdülhamid sava-
şa yol açabilecek gelişmeler karşısında
duyarlı davranıyor, diplomasiye
önem veriyordu. Yukarıda da bahsettiğimiz
gibi Osmanlı-Rus savaşı Abdülhamid’e
idealist siyasetin değil,
reel politikaların uygulanmasını öğ-
retmiştir. Abdülhamid’in Panislamist
siyasetine bu olay çok büyük darbe
vurmasına rağmen sıcak çatışmalara
girmekten yine de kaçınmıştır. Abdülhamid
Osmanlı Devleti’nin asıl
merkezini güvenlik altına almaya
gayret ettiğinden Mısır’a müdahale
ederek devleti bir maceraya sokmak
istememiştir. Bundan dolayı Mısır’a
asker sevkine hiçbir zaman sıcak
bakmamıştır.
İngilizlerin Mısır’ı işgali tepkilere
neden olmuş, İngilizler hem Fransa’yı
hem de Osmanlıyı teskin etmek için
Mısır’ı boşaltacağına dair defalarca
söz vermişlerdir. 1882-1922 arasında
tam 66 kez bu sözü tekrarladılar.
Üçüncü bölüm tam anlamıyla
“Diplomasi Savaşları”nı konu ediniyor.
Osmanlı Devleti İngiltere’nin Mı-
sır’ı boşaltması için girişimlerde bulunmak
üzere Hasan Fehmi Paşa’yı
Londra’ya gönderiyor. Ancak yapılan
bütün girişimlere rağmen İngilizler
olayı sürüncemede bırak-maya devam
ediyor. Hasan Fehmi Paşa’nın
Bâb-ı âli’ye gönderdiği raporlarda İngiltere’nin
baştan beri “Mısır iç gü-
venliğini sağladıktan ve dış tehditlerden
emin hale geldikten sonra bo-
şaltacağız” dediğini ama bunun ne
zaman olacağı hakkında kesin bir
tarih vermekten şiddetle kaçındığını
bildiriyordu.
İngiltere’nin Akdeniz ve sınırdaki
egemenliğini devam ettirmek için
İtalya’nın desteğine ihtiyaç duyması,
İtalyanların Musavva’yı işgaline ses
çıkarmaması, Osmanlı’nın daha bü-
yük hayal kırıklıkları yaşamasına neden
oldu. Osmanlı devlet adamları
İngiliz ve Alman politikalarının arka
planını görüyor, ama buna karşı politika
üretmekte zorluk çekiyordu. Abdülhamid’in
temkinli politikası bütün
kitap boyunca kendini hissettiriyor.
Sonuç itibarıyla Hasan Fehmi Paşa
İngiltere’deki diplomatik görüşmelerden
bir sonuç alamadan geri dönmek
zorunda kalıyor. Ancak İngilizler
Osmanlı’nın Mısır’daki egemenlik
haklarını kabul ediyor, ancak tahliye
zamanının henüz gelmediğini belirtiyordu.
İngilizlerin Mısır’ı boşaltmama
gerekçesi olarak Sudan olaylarını
bahane ettiğini görüyoruz. Sudan’-
daki isyana İngiliz desteğine rağmen
engel olunamıyordu. Abdülhamid Osmanlı
çıkarları açısından Mısır’a olduğu
gibi Sudan’a da asker göndermeyi
kabul etmiyordu. Bu kitap bize
göstermektedir ki bugüne kadarki algının
ve paradigmanın aksine Mısır’-
ın Mehmed Ali Paşa ile birlikte Osmanlı’nın
elinden çıkmadığıdır.
Abdülhamid’in dış politikasında
büyük devletlerin en büyüğü ile bir
savaşa girme macerasına yer yoktu.
İngilizler Mısır’ı tahliye konusunda
diplomatik mücadelesini son noktaya
kadar sürdürdü. Gerçek amacı, askerini
çekmek değil, “Mısır’dan askerimi
çekeceğim” diyerek zaman ka-
167
zanmaktı. Ayrıca “Biz askerlerimizi
çekersek Fransa Mısır’ı işgal edecektir”
diyerek Mısır’da kalmasını gerekçelendirmeye
çalışıyordu.
1885 yılında İngiltere ile bir antlaşma
yapılmıştır. Bu antlaşma ile
Padişahın Mısır üzerindeki hakları
önemli bir darbe yemiş ve İngilizlerin
Mısır’ı işgali de meşrulaşmıştır. Osmanlının
uzun vadedeki kaybı ise
Mısır’dan İngiliz askerini çıkartamamak
olmuştur. Ancak İngiltere’ye
karşı tek başına mücadele verdiği göz
önünde bulundurulursa diplomaside
kolay bir lokma olmadığını da göstermiştir.

Abdülhamid bu antlaşmadan
sonra Gazi Ahmed Muhtar Paşa’yı
Mısır’a komiser tayin etti. Paşa 1877-
78 Osmanlı Rus savaşındaki başarı-
sından dolayı prestiji yüksek bir komutandı.
İngilizlerin Kahire ve Londra’daki
temsilcilerinin tahliye konusunu
görüşmekten kaçınmaları sü-
rekli birbirlerini adres göstermeleri
sorunu çözümsüzlüğe itme amacını
taşıyordu. Çünkü Mısır Hindistan
yolu üzerinde kilit bir noktaydı. Muhtar
Paşa’nın tahliye konusunda İngilizlere
baskı yapması ve merkezi
uyarması İngilizleri tedirgin ettiğinden
dolayı kendi komiserlerini geri
çağırdılar ve Muhtar Paşa’nın komiserliğini
de tanımayacaklarını duyurdular.

İngilizlerin Mısır’ı işgali, haliyle
diğer Avrupalı devletlerin de sömürgecilik
arzularının kabarmasına yol
açabilirdi. İngiltere, Osmanlı Devletine
1887 yılında hazırlanan antlaş-
mayı imzalaması için baskı yapıyordu.
“Eğer Osmanlı Devleti, olayı uzatıp
antlaşmayı imzalamazsa İngiltere’nin
Mısır’daki işgali kalıcı olacaktır”
derken Rusya ve Fransa antlaş-
maya tepkilerini açık bir tehdide dö-
nüştürerek “Eğer Osmanlı Devleti
antlaşmayı imzalarsa Fransa, Suriye’yi;
Rusya da Doğu Anadolu bölgesini
işgal edecektir” şeklinde açıklama
yapıyordu. Ancak bütün bunlara
rağmen Osmanlı Devleti antlaşmayı
imzalamamış Mısır’daki egemenli-
ğinden vazgeçmeyerek Mısır hükü-
metini ve Hidiv’i İngiltere’ye karşı
savunmasız bırakmamıştır. Bu bö-
lümde Kızıltoprak, Osmanlı ile İngiltere
arasındaki nefes kesen diplomasi
mücadelesini Osmanlı ve İngiliz
kaynaklarını derinlemesine inceleyerek
ortaya koyuyor.
Kızıltoprak kitabın dördüncü bö-
lümünde “Büyük Devletlerin Mısır
Sorununa İlişkin Politikaları”nı analiz
ediyor. Esasında kitap boyunca bü-
yük devletlerin soruna nasıl yaklaştı-
ğı ile ilgili genel bir kanaat oluşuyor
ancak yazar bununla yetinmeyerek
bu devletlerin yaklaşımını biraz daha
açarak anlaşılır hale getiriyor.
Kitaptan hareketle sonuç olarak
şu söylenebilir: Osmanlı Devleti
1882-1887 yılında uyguladığı politikaları
sayesinde İngilizlerin Mısır’da
rahat hareket etmesini ve sömürge
politikalarını rahatça uygulamasına
imkân tanımamıştır. Mısır konusundaki
stratejiyi belirleyen Abdülhamid,
İngilizlere Mısır’ı tahliye ettirememiş
ama Osmanlının bütün çaresizliğine
rağmen kolay yutulur bir
lokma olmadığını da göstermiştir.
168
MİRZE ELİ MÖCÜZ HAKKINDA
ÜÇ ESER
Bilgehan A. Gökdağ∗
20. Yüzyıl Azerbaycan edebiyatının
en önemli temsilcilerinden olan Mirze
Eli Möcüz (1874-1934) hakkında
İran’da ve Azerbaycan’da çok sayıda
araştırma yapılmıştır. Şairin hayatını
ve eserlerini konu alan çalışmaların
çokluğu neredeyse bir “Möcüzşinaslık”
alanı yaratmıştır denilebilir. Mö-
cüz üzerine araştırma yapan bilim
adamlarından biri de Ferman Helilov’dur.
Möcüzle ilgili 30 yıldan bu
yana sürdürdüğü çalışmalar nihayet
kitaplar halinde elimizin altındadır.
Ferman Helilov’un Möcüz’le ilgili ilk
kitabı “Mirze Eli Möcüz – Bibliyoqrafiya”
adını taşımaktadır. Kitap,
2007 yılında Bakü’de Nurlan Yayın-


Doç. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, FenEdebiyat
Fakültesi.
ları arasında çıkmıştır. Möcüz’le ilgili
1921-2007 yılları arasında neşredilen
kitaplar, dergilerdeki makaleler
ve gazete yazıları eserin esasını oluş-
turmaktadır.
Mirze Eli Möcüz’ün eserleri, hayatı
ve şairliği hakkında Azerbaycan
Türkçesi, Türkiye Türkçesi, Farsça,
İngilizce, İtalyanca ve Rusça yazılmış
kitap ve makalelerin listesi bu kitapta
okuyuculara sunulmuştur. Ferman
Helilov’un verdiği bilgilerden Mirze
Eli Möcüz’ün seçme şiirlerinin toplandığı
ilk eser 1945 yılında İran’da
neşredilmiştir. K. Memmedli tarafından
yayına hazırlanan bu eser daha
sonraki yıllarda Azerbaycan Türkçesi
ve Rusça olarak Bakü’de birkaç kez
yayımlanmıştır. Möcüz’ün şiirleri
farklı kişiler tarafından yine farklı
tarihlerde ve yerlerde toplanmış ve
kitap olarak neşredilmiştir. Bu kitapların
sayısı 13’tür. En son yapılan çalışma
“Şebüsterli Mirze Eli Möcüz, Şeirler,
Bakı, Oskar 2007” künyesiyle
Kamil Veli Nerimanoğlu’na aittir. Mö-
cüz’ün hayatı ve sanatı hakkında yapılan
araştırma ve tezlerin sayıca fazlalığı
da gözden kaçmamaktadır.
Biblioqrafiya adlı kitapta ayrıca
Möcüz’ün şiirlerinin hangi kitapta
yer aldığı da alfabetik bir düzen içinde
sıralanmıştır. Ferman Helilov’un
Möcüz hakkında yıllardır yaptığı araştırmaların
sonucu olarak ortaya
çıkan 148 sayfalık “Mirze Eli MöcüzBiblioqrafiya”
adlı eser Möcüz üzerine
bundan sonra araştırma yapacak
olanların işini kolaylaştıracak nitelikte
olup önemli bir boşluğu dolduracak
kılavuz kitap hüviyetindedir.
Ferman Helilov’un “Mirze Eli Mö-
cüz’ün Elyazmaları” (Bakı-2008) adlı
eseri Selman Mümtaz adına Azerbaycan
Respublikası Dövlet Edebiyat
169
ve İncesenet Arşivi’nde bulunan Mö-
cüz’e ait şiirlerin el yazmalarını ihtiva
etmektedir. Şairin kendi kaleminden
çıkan şiirlerin el yazma biçimleri
ilk defa bu kitapta dikkatlere sunulmaktadır.
Burada Möcüz’e ait 78 şiir,
13 rubai ve 4 adet tamamlanmamış
şiir parçası yer almaktadır. Şiirlere
ait elyazmalarının faksimileleri verildikten
sonra her şiirin başlangıç ve
bitiş mısralarıyla ölçüsü ve hacmine
ait bilgiler kitabın “avtoqrafların tesviri”
(elyazmalarının tasviri) bölü-
münde bulunmaktadır. 77 ve 78 numaralı
şiirler araştırmacı tarafından
pornografik nitelikte bulunduğu için
el yazmaları da kitaba dahil edilmemiştir.


Eserin giriş kısmında “Mirze Eli
Möcüz’ün Avtoqrafları ve Eserlerinin
Bakı Neşrleri” adlı bölümde Möcüz’-
ün kendi el yazısıyla yazılmış olan
şiirlerinin hangi kütüphane ve arşivlerde
bulunduğu hakkında doyurucu
bilgiler bulunmaktadır. Azerbaycan
Cumhuriyeti’nde Möcüz’ün şiirlerinin
toplandığı kitap neşirleri hakkında
değerlendirme yapan Helilov özellikle
K. Memmedli’nin neşirlerini haklı
olarak eleştirmiş, Sovyetler Birliği
döneminde bilimin nasıl ideolojinin
emrine verildiğini bu çalışmasında
belgeleriyle ortaya koymuştur. Mö-
cüz’ün Sovyet sosyalist anlayışıyla
bağdaşmayan şiirleri K. Memmedli
tarafından ya çıkarılmış, ya da bazı
kelime ve cümleler değiştirilerek sosyalizm
fikriyle uyumlu hale getirilmiştir.
Mesela Möcüz’ün kendi kaleminde
çıkan biçimi
Nolurdu birce nizama düşeydi
maşınlar,
Hilas olaydım elinden bu keckabırkanın.

Mısraları K. Memmedli neşrinde
Urus yolu açılaydı kaçaydın
ey Möcüz,
Hilas olaydın elinden bu keckabırkanın.

şekline dönüştürülmüştür. Yine Mö-
cüz’ün “Fransızca ohuyun, hem de
mahut tohuyun”mısraı Memmedli
neşrinde “Siz Urusça ohuyun, hem de
mahut tohuyun” biçimiyle kitaba girer.
Ferman Helilov bu çalışmasıyla
Sovyetler Birliği döneminde edebiyat
araştırmalarının nasıl ideolojinin emrine
verildiğini, bilimsellik kılıfı altında
sosyalist anlayışa hizmetin esas
olduğunu belgeleriyle ortaya koymuştur.

Ferman Helilov’un Möcüz’le ilgili
en son yayımlanan kitabı “Cenubi
Azerbaycan Şairi Mirze Eli Möcüz”
adını taşımakta olup, Bakü’de Elm ve
Teshil Yayınları arasından 2010 yı-
lında çıkmıştır. Möcüz’ün hayatı, sanatı
ve eserleri hakkında yapılan
araştırmaların neticelerini tam ve
170
sistemli şekilde yansıtan bu eser
“müellifden” ve “netice” kısımları hariç
beş bölümden oluşmaktadır. Birinci
bölüm “Mirze Eli Möcüzün Mü-
hiti ve Heyatı” başlığını taşımaktadır.
Bu bölümde Möcüz’ün çocukluk ve
gençlik devrelerini geçirdiği 1874-
1890 yıllarının Şebüster kasabası
hakkında bilgiler verilmiş ve Möcüz
üzerinde Şebüster kasabasının etkileri
belirlenmeye çalışılmıştır. 1890-
1906 yılları arasında Möcüz’ün İstanbul’da
yaşadığını öğreniyoruz. Şairin
İstanbul’a geliş sebebi, burada
geçen hayatının 16 yıllık kısmı, İstanbul’un
Möcüz’ün dünya görüşü-
nün şekillenmesindeki yeri bu bö-
lümde ele alınıp incelenmiştir. Möcüz
kendisi gibi İran’dan İstanbul’a gelen
Şebüsterli hemşehrilerinin “Valide
Han”da kaldıklarını şu mısralarda
ortaya koyar:
O gün ki getdi Şebüster Cavanları
éyzen,
O gün ki oldu bize “hané-Valide”
Mesken.
1906 yılında İstanbul’dan Şebüster’e
geri dönen Möcüz 1920 yılına
kadar burada gördüğü aksaklıklar ve
toplumsal çürümeler karşısında halkı
eğitici sohbetlerde bulunmuş, halkın
rahatça anlayacağı tarzda şiirler yazarak
etrafını aydınlatmaya çalışmış-
tır. Yine bu bölümde Kaçar hakimiyetinin
sonu ve Rıza Pehlevi’nin şahlı-
ğının ilk dönemleri olan 1920-1933
yılları arasında Möcüz’ün faaliyetlerinin
karakteri, sosyo-kültürel hayatın
canlanmasına tesiri ve sonuçları
araştırılıp ortaya konmuştur.
Kitabın 2. bölümü “Mirze Eli Mö-
cüz’ün İranlı ve Şimali Azerbaycanlı
Müasirleri” adını taşımakta olup, burada
20. yüzyıl yeni Fars şiirinin öncüleri
olan M. Bahar, İ. Mirze, E. Lahuti,
E. Gilani ile olan ilişkileriyle birlikte
ayrıca Molla Nesreddin dergisinden
C. Memmedguluzade ve M. E.
Sabir’le olan dostlukları araştırılmış,
Bu ilişki ve dostlukların Möcüz’ün
sanatına olan etkileri tespit edilmiş-
tir. Möcüz’ün Güney Azerbaycan aydınlarıyla
birlikte çeşitli sanatlarla
meşgul olan Şebüster aydınları ile
olan karşılıklı münasebetleri, etrafı-
na topladığı taraftarlarla oluşturmaya
çalıştığı sosyo-kültürel muhit, buradan
yaymaya çalıştığı demokratik
fikirler yeni arşiv belgelerinin ışığında
yine bu bölümde dikkatlere sunulmuştur.
Ayrıca Möcüz’ün çağdaş-
larının hatıraları ve devrin matbuatı-
na yansıyan bilgi ve belgelerin de bu
bölüm hazırlanırken sıklıkla başvurulan
kaynaklar olduğunu da belirtmeliyiz.


Möcüz’ün şiirlerinde ele aldığı
konular ve fikirler, klasik edebiyat ve
folklordan beslenmesi, sanatının bazı
özellikleri, şiirlerinin dili gibi konular
171
üçüncü bölümde “Mirze Eli Möcüz’ün
Yaradıcılığının Esas İstikametleri ve
Bezi Senetkarlık Hüsusiyetleri” başlı-
ğı altında incelenmiştir.
“Mirze Eli Möcüz’ün Eserlerinin
Neşri” adlı dördüncü bölümde Mö-
cüz’ün şiirlerini ilk defa toplayan ve
neşreden kişinin K. Memmedli oldu-
ğu bilinmekteydi. Helilov bu çalışmasında
Memmedli’den önce C. Memmedguluzade,
E. Şebüsteri, H. M.
Nahçıvani, E. Nahçıvani, M. Müeddeb,
K. Paşazade, E. Bireng, Y. Heyrabi, M.
Mehemmedi’nin çalışmaları olduğunu
belgelemiştir. Bu bölümde ayrıca
K. Memmedli’nin yayına hazırladığı
Möcüz şiirlerinin Tebriz ve Bakü ne-
şirlerinin ciddi kusurları ve bu kusurların
oluşma nedenleri ortaya konulmuştur.
Tahran, Tebriz, Bakü neşirleri
tek tek ele alınarak değerlendirmeye
tabii tutulmuştur. Kamil Veli
Nerimanoğlu’nun Möcüz şiirleri neşri
ayrıca kıymetlendirilmiştir.
Eserin beşinci ve son bölümünde
Möcüz’ün hayatı ve sanatının 70 yıllık
araştırma tarihi ele alınmıştır. Helilov’un
eserinde İran’da Möcüz’le ilgili
yapılan çalışmalardan da geniş
olarak istifade edildiğini, özellikle M.
T. Zehtabi, Y. Şeyda, M. Nikabi, H. S.
Kurrayi’nin Möcüz’ün hayatı ve sanatının
öğrenilmesinde önemli eserler
ortaya koyduklarını görmekteyiz. Azerbaycan
Türkçesi, Türkiye Türkçesi,
Farsça, İngilizce, Rusça, İtalyanca
gibi farklı dillere ait çok sayıda kaynak
kullanılarak hazırlanan “Cenubi
Azerbaycan Şairi Mirze Eli Möcüz”
adlı eser şairi bütün yönleriyle ele
alan çok önemli bir araştırmadır. 20.
yüzyıl Azerbaycan edebiyatının ö-
nemli simalarından biri olan Möcüz’-
ün hayatı, sanatı ve edebi kişiliği
hakkında yapılan araştırmaların neticelerini
hazırladığı monografik eserle
aksettiren Ferman Helilov’a çok
teşekkür ederiz.

Konular