ARAP DİLİ VE DİN DİLİ İÇERİSİNDE 'İKRA' ('OKU!') KAVRAMININ YERİ

117
ARAP DİLİ VE DİN DİLİ İÇERİSİNDE 'İKRA' ('OKU!')
KAVRAMININ YERİ
Yrd. Doç. Dr. İbrahim YILMAZ*
ÖZET
Bu çalışmada, Arap Dili ve Edebiyatı ve Din Dili içerisindeki
'Oku' kavramının yeri incelenmeye gayret edilmiştir. Ayrıca bu
kavramın deskriptif ve linguistik tahlilleri üzerinde durulmuş,
okumanın amacı, gerçek bir okuyucu olmanın kriterleri, okumanın
hastalıkları ve zararları, Tanrı sözleri olan Kur'ân'ın nasıl okunması
gerektiği gibi konulara açıklık getirilmeye çalışılmış ve bu konuda
önemli ipuçları verilmiştir.
Anahtar Kelimeler: İkra, Oku, Düşünce, Arap Dili, Din Dili.
ABSTRACT
The Place of 'Iqra' Concept in Arabic Language and Religious
Language
In this article, we tried to research the place of 'Iqra' (anonceread)
concept in Arabic Language and Religious Language.
Furthermore we touched on linguistic and descriptive analysis of this
concept, and aims of read, and criterious of to be a good reader, and
ilness and damages of read. In this issue, we researched reading
forms of the Qur’an, and gave important clues of this subject.
Key Words: 'Iqra', Read, Thought, Arabic Language, Religious
Language.

*
Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Arap Dili ve Belâgatı Anabilim Dalı.
118
I
Bu çalışma, Arap Dili ve Din Dili1
içerisinde yer alan ve sık sık
başvurulan, zaman zaman içi maksatlı ve maksatsız olarak boşaltılan,
'ikra' (oku) kavramının seküler dil ve edebiyatla bağlantısı; onun
deskriptif (tasvir edici) yönü, linguistik kurallara dayalı tahlili, ayrıca
öznesi ve nesnesi olan kitap ve insan ilişkisi, kitap olan kişiler, kitap
olamayanlar, kitapta kalanlar gibi konuları incelemektedir.
Din dili içerisinde önemli bir yer tutan ve dinî metninin ilk emri
olarak sıklıkla dile getirilen 'oku!' emir kipi, literal (harf harfine) ele
alınabilir ve bununla yetinilebilir mi, Temel anlamlarının dışına alınıp
yorumlanabilir mi, Bu tarz, ne derece doğru ve sağlıklı olabilir? Bu
emir kipi el-Kazvînî'nin de belirttiği gibi, tümleçten yoksun bir cümle
türüdür. Bu kipin geçtiği âyette, okumada nelerin yardımcı unsur
olarak kullanılacağı belirtilmiş olmasına rağmen2
, tam olarak neyin
okunacağı belirtilmemiştir. Binâenaleyh, bu tarz biçimde, neyin
okunacağı tek bir şeye tahsis edilemez3
.
Dini kavram olarak oku emir kipini ilk duyduğumda, kendimin
ne düşündüğünü ve üzerimde ne gibi izler bıraktığını hatırlamaya
çalıştım. Şunu iyi biliyorum ki, anlayamamıştım anlattığını,
düşünememiştim düşündürmek istediğini; ama bu kavramı bana
sevdirmişlerdi, hep sevgide kalmıştı, hep sevgide kalıp, öyle gidecek
miydi? Niye düşünmemiştim. Bizi, genelde ön yargılı, doğruları tesbit
edilmiş, statik; her şey yerli yerinde ya da hiçbir şey yerinde değil,
şeklinde yetiştirmişlerdi. Kur'an 'oku' emrediyordu. Bana okutulan
yetiyordu. Literal yaklaşımını dışına çıkılamıyordu.
İlk çoşkunluklar çoğu kere aldatıcıdır. Yıllar geçecek, bunu daha
iyi anlayacaktım; ilk yüzyüze geldiğimde şöyle söyleseydim,
muhtemelen bu kadar yanılgıya düşmüş olmayacaktım: "Bunu daha
önce hiç düşünmemiştim, galiba doğru!, yahut: Belki şimdi
anlamıyorum, birkaç gün, birkaç yıl sonra anlarım". Yani düşünce,
okumaktan; insan kitaptan önce gelmeliydi, bütün bunların

1
Din dili hakkında geniş bilgi için bk. Koç. Turan, Din Dili, Kayseri 1995, s.16.
2
Bk. Kur'an-Kerîm, Alak sûresi, âyet: 1...
3
el-Kazvînî, Muhammed b. 'Abdirrahmân, et-Telhîs, İstanbul 1312, s.58.
119
merkezinde insan olmalıydı. Her şeye o şekil vermeli, yazılara hatta
hayata o hayatiyet kazandırmalıydı.
Okurken önce teslimiyet, anlama gayreti olmalıydı, sonra
düşünce egzersizi, daha sonra da hüküm gelmeliydi. Gerçek değeri
olan yazarların bile düşüncesi bir hamlede kavranamıyorken,
söylemek istediklerini bütünü ile söylemezlerken, söylemekte
istemezlerken, gizliliklere, istiârelere, mecâzlara, kinâyelere
başvururlarken; uçsuz, bucaksız, sonsuz olan Yüce Tanrı'ya ait olanlar
nasıl anlaşılacaktı bir anda!...
II
Kalıcı olan konuşmaktan, sohbetten ziyade yazıdır. Ruhu
ölümsüz kılan da yazıdır. Tabiat susmasına karşın yalnız kitap
konuşmaktadır. Bundan dolayı Tanrı sözlerini bir kitap halinde
sunmuştur. Diğer semavî kitapları gibi, Kur'an-ı Kerîm'i, içinde edebî
türlerin ve kelâm şekillerinin çoğunun yer aldığı belîğ (edebî) bir kitap
yapmıştır4
. Hz. Muhammed tarafından Kur'anla ilgili olarak "Allah'ın
edebî, edebî eseri" diye söz edilmektedir5
. Mevlânâ da: "Gözünüzü
açıp Kur'ân'a bakınız! Allah'ın kelâmı olan Kur'ân âyetleri edep,
edebiyat öğretisinden ibarettir" demektedir6
. Muhtemelen
Peygamberler de, bu edebî sözleri insanlığa duyurmak için
gelmişlerdir. Din diline ilk muhatap olan insan olarak Hz.Muhammed:
"Bilgiyi, sözü, edebiyatı yazıya dökün ki, kalıcılığı olsun" demiştir7
.
Tanrı, birkaç kelimeye sığdırmak istemişti, bütün bir hayatı.
Sözünü, iki sonsuz (ezel-ebed) arasında bir çırpınış yapmıştı.
Sonsuzluğa bir mesaj yollamıştı. Bu mesaj, sıcaklığı ve dostluğu

4
Kur'ân kelimesinde 'toplama' manası; yani hikâye (kısas), emir, nehiy, vaad, vaîd... gibi pek
çok söz şekilleri vardır. Bundan dolayı Kur'ân, söz sanatlarından sadece birisine ircâ
edilemez (bk. İbn Manzûr, Lisânu'l-'Arab, Beyrut 1976, I, 129). Ayrıca, edebî ölçülerin
ilham kaynağını, semâvî kitapların oluşturduğuna dair bir tez de söz konusudur. Buna göre
Tevrat ve İncil'dek kıssalar, Batı hikâyeciliğine, Kur'an'daki kıssalar ise, Doğu
hikâyelerine kaynaklık etmiştir. (bk. Yazıcı, Hüseyin, "Hikâye", Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1998, XVII, 480).
5
Bk. Lisânu'l-'Arab, I, 129.
6
Büyükkörükçü, Tahir, Mevlana ve Mesnevi, İstanbul 1983, s.7-8.
7
ed-Dârimî, 'Abdullâh b. 'Abdirrahmân, es-Sünen, Beyrut tsz., I, 138; el-'Aclûnî, İsmâ'îl b.
Muhammed, Keşfu'l-hafâ' ve müzîlu'l-ilbâs, Beyrut 1352, II, 104.
120
itibariyle hayata benziyordu. Kimsenin söylemediği, söyleyemeyeceği
bir hakikatlar yumağıydı ve mutlak gerçekten izler taşıyordu.
Ama gerçek, daima canlı ve değişkendir. Daima canlı ve
değişken olduğundan dolayı kendisini zor teslim eder, bir kere teslim
alınınca, sürgit elimizde kalmaz. Bu sebeple gerçekle girişilecek
savaşın sonu yoktur. Bu savaşın zaferi sürekliliğindedir. Düşünürlerin
de belirttiği gibi, derin bir düşünceyi anlamak, o düşünceyi
kavradığımız anda, daha derin başka bir düşünceye sahip olmak, kendi
içine kendi kalbine inmektir. Bulutlar arasındaki nesneleri, kelimeler
arasındaki manayı görmek, tecessüs etmek, düşünmek ve bu sisleri
yırtarak aydınlığa varmaktır8
.
Tanrı, sözlerini kolay olsun diye sunmamıştır. Layık mıyız değil
miyiz? Tecessüsümüzün ve ihatamızın derecesi nedir? Bu gibi
sorulara muhatap aramış olsa gerektir. Tabiatı da öyle yaratmamış
mıdır? Altını neden toprağın derinlikleri arasında gizlemiş, inciye
neden okyanusun diplerine yerleştirmiştir? Onu okurken
araştıracağımız maden, O'nun düşüncesi, yahut arzusu değil midir?
Yüce Tanrı, bayağıları, hissetmeyenleri, sezmeyenleri,
anlamayanları meclisine nasıl kabul eder! "Oku" hem doğruyu
gösteren akla, hem de iyi ile kötüyü ayırt eden gönüle hitap
etmektedir9
. Merhum Nurettin Topçu, bu konuya dikkat çekmiş ve
şöyle söylemiştir: "Bilgilere düşünceler hayat vermelidir... Düşünceler
de duygulardan kuvvet almalıdır. Gelip geçici duygular da insanı
yanıltabilir. Kalbin derinliklerinden kopup gelen ve bütün bir hayat
boyunca inanç halinde yaşanan sürekli ve kuvvetli duygular, ancak
düşüncelere güç, kuvvet ve kudret verebilir... İlim adamı, yalnızca
bilen değil, aynı zamanda düşünen, duyan ve duygularını yaşanan bir
hayat hâline getiren inanmış insandır. Düşüncesini bilmeyen cahil
halk ne kadar zavallı ise, duygusuz ilim adamı da o kadar zavallıdır.
İnsan yalnız kafasıyla değil, aynı zamanda kalbiyle de insandır. ..". Bu
yüzden Topçu, yalnızca gazete kültürleriyle yetişenleri değil, kuru

8
Bk. Meriç, Cemil, Bu Ülke, İstanbul 1992, s.248, 108.
9
Gönül-akıl ilişkisinin din dilindeki mistik deneyimi için bk. Çelik, Yusuf, İsmail Hakkı
Bursevi'de Basiret Anlayışı (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul 1994, s.48-53.
121
bilgileri aktarıp, ahkâm kesmeyi ilim sayanları ve ilim adamı
geçinenleri daima basit bulurdu. Emin Işık Hoca'nın da önemle
üzerinde durduğu gibi, Topçu, hayatı boyunca, ızdırabını duymadan
okuduğunu iddia edenleri veya yazanları, riyakârlık ve
samimiyetsizlikle suçlamış ve şu kıymet hükmünü vermiştir: "İnsan
duymadan, yaşamadan nasıl okuyabiliyor ve yazabiliyor?
Anlayamıyorum!... Anlayamıyorum!... Anlayamıyorum!..."10
.
Her kitap, tılsımlı bir saraydır. Kapıları ilk gelene hemencecik
ve kolaylıkla açılmaz... Kitaplar şehirlere benzer, Paris, Londra veya
Madrid... İnsan şehriyle biner trene; şehri yani zaafları, alışkanlıkları,
zilletleriyle. Başka bir tabirle, ülkeler de kitaplara benzer, onlarda neyi
ararsak onları buluruz11. Aslında her kitapta kendimizi okuruz.
Kitaplar, şehirler ve metruk kervansaraylar gibi boştur. Onları
dolduran okuyanın aklından, gönlünden başkası değildir.
Oku'nun değeri okunmasında bir değil, birçok defa
okunmasında, çizilmesinde ve tanınmasındadır. Kültür alt yapısının
olmayışı, milletlerin felâket sebeplerinden biri olarak gösterilmektedir.
Nitekim elli altmış sene öncesine kadar Frenklerde bir adamın
okuyucu olabilmesinin ilk şartı, kadim Yunan ve Roma
medeniyetlerinin şâheserleriyle, kendi milletinin büyük klasiklerini
asıl metinlerinden okumak idi12. Kendi klasiklerimizi okuyan kaç
aydınımız var! Kendi milli kütüphanesini tesis etmiş kaç kişi var!
Kendi klasiklerini okumadan, okuma denemelerinde bulunan kişilerin
tecessüsü, düşüncesi, perspektifi nasıl yücelir?13
.
Hayatı anlamadan geçip gidiyoruz. Olgunlaşmak, kalbin daha

10 Bk. Işık, Emin, "Nurettin Topçu ve Din Adamları", Nurettin Topçuya Armağan, İstanbul
1992, s.174.
11 Meselâ Şâr-i Âzam Abdülhak Hâmid Tarhan (1852-1937), 1883 yılı sonlarında Bombay
şehbenderliğine tayin edilmişti. Giderken en çok Hindistan cevizi ağaçlarını merak ettiği
rivayet edilmektedir (bk. Meriç, Cemil, Bir Dünyanın Eşiğinde, İstanbul 1990, s.5). Bu
yüzden mektuplarında Hind düşüncesinden ve edebiyatından tek pırıltı yoktur. Daha
ziyade geniş ve vahşi Hindistan tabiatı ile oradaki hatıralarını anlatmıştır (bk. Süleyman
Nazif, Mektuplar (I-II), İstanbul 1916, Enginün, İnci, "Abdühhak Hâmid Tarhan", Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1988, I, 206-210).
12 Meriç, Cemil, Mağaradakiler, İstanbul 1992, s.387.
13 Bir Dünyanın Eşiğinde, s.5.
122
hassas, zekânın daha işlek, ruhun daha huzurlu olması demektir.
İçlerinde böyle bir canlılık ve hayat coşkunluğu duyanlar, dünyanın
biricik hakimidirler, ebediyen hükümdardırlar. Maddede mahkûm
olsalar dahi, manada hâkimdirler. Bütün diğer hükümdarlıklar, bu
saltanatın maddileşmesi ve fakirleşmesidir14
.
III
Okumanın mucizevi yönüne işaret eden düşünürler de vardır.
"Okuma, başka, sohbet başka. Okurken bir başka düşünceyle temas
hâlindeyiz, ama tek başımızayız. O anda insan, fikri bakımından daha
güçlüdür. Konuşma bu gücü dağıtır. Okurken sadece ilham alırız.
Kafamız dilediği gibi çalışır. Hem yalnızız, hem beraber. Bir nevi
mucize...15
.
Ne yazık ki, bu sihirli mahremiyetin de hudutları vardır. İlâhî
kelâm, Tanrı için bir son değil, ancak okuyucu için tecessüs ve
düşünmeye bir davettir. Nitekim Abdullâh b. Mes'ûd'un rivayet ettiği
bir hadiste şöyle denilmiştir: "Gerçekten bu Kur'ân, Allah'ın bir
ziyafet sofrası (me'debetullâh)'dır; Yüce Yaratıcının sofrasından
gücünüz yettiğince bilgi toplamaya çalışın"16
.
O kelâm, her suâlimize belki cevap veremez, vermek için de
kaleme alınmamıştır. Ancak bizde birtakım arzular uyandırır.
İştiyaklarımızı artırır, alevlendirir. Tanrı sözünü bitirince, şaşarak fark
ederiz ki, henüz Tanrı tamamıyla söylememiştir söylemek istediğini.
Sadece Tanrı'nın sözüyle ruhumuzu yüceltebilir, hayatın acılarına
karşı koyabilir, ölürken de, ölülerimiz için de teselli bulabiliriz.
Zaaflarını anlatmakla hayatı zenginleştirme yoluna giden Goethe'de,
bu yeknasak hakikat kendini şu şekilde gösterir: "...Gece gittikçe daha
koyulaşıyor, yalnızlık içinde berrak bir ışık parıldıyor. En değerli
rehber Tanrı'nın sözünden başkası değildir..."17
.
Her kitap, bizim her suâlimizi karşılayamaz. Dünyada kanma
bilmeyen susuzluk insanın alın yazısı olmuştur. Şüphelerimizi ve

14 Bu Ülke, s.111-112.
15 Bu Ülke, s.260.
16 Lisânu'l-'Arab, I, 129.
17 Goethe, Faust, çev. Sadi Irmak, İstanbul 1973, s.322.
123
tereddütlerimizi arzın ve zamanın bütün büyük zekâları gideremezse,
dar bir coğrafyanın ve hasis tesadüflerin karşımıza çıkardığı insan
nasıl çözebilir? Ama Tanrı'nın düşünce mahsulü olan yazısı, daima
yeni keşiflerin mümkün olduğu uçsuz bucaksız bir okyanustur.
Hangimizin irfanı, bir gemi olamadan o uçsuz bucaksız okyanusta
gezinebilir? Hangimizin irfanı o sonsuz 'belki'ye boy ölçüşebilir!...
Tanrı'nın coşkunluğu bize de geçmiştir. Bu heyecanın manasını
sezebiliyor muyuz? Çizdiği tablolarda bildiğimiz dünyadan çok farklı
başka bir dünya ile karşılaşırız. Bu manzaralar hârikülâdedir. Çünkü
Tanrı, dikkatimizi ve düşüncemizi onlar üzerine çekmiştir. Bizim
serseri ve kayıtsız dikkatimiz de, o manzaralar üzerinde durmuştur.
IV
Öte yandan söz, tasvir sanatından başkası değildir. O sanatın da
en büyük hüneri 'sis'tir. Tanrı, birtakım manzaraların tasvirini
yaparken, ona hayat vermeyi insan düşüncesine, yani okuyucuya
bırakmıştır. Zira kitapla mukaddes bir birleşme olmadan düşüncenin
ve tecessüsün doğması, oluşması ve gelişmesi beklenemez. Nitekim
Hz.Peygamber de, semâvî kitapların kendi başlarına değil, âlimlerin
varlığı ile fonksiyonel olabileceğine dikkat çekmiştir18. Hermenötik
bilimcisinin görevi, bu sis örtüsünü şöyle bir aralayıvermek, 'bak!
gör!' deyip sonra da kayboluvermek, aradan çekilivermek olmalı değil
midir?
Okuma, içimizdeki meçhul âlemin kapılarını açan bir
anahtardır19. Binâenaleyh her kitapta kendimizi okuruz. Ama o
meçhul âlemin oluşumunu Tanrı'ya borçlu değil miyiz? Tanrı, iç
dünyamızın sınırlarını kendi sözleriyle genişletmek istememiş midir?
Okuma, iç dünyamızın sınırlarını genişleten, kalbi daha hassas, zekâyı
daha işlek, ruhu daha huzurlu yapan, başka bir ifadeyle hayat
coşkunluğu duyma faaliyeti değil midir?
Okuma zihni uyandırmalı, onun yerini almamalıdır. Tanrı,
sanatsal söyleminde hakikatı, altın tepsi içerisinde bir bal şerbeti

18 Bk. Yıldırım, Suat, "Kur'an-ı Anlamada Çağdaş Bir Yakyaşım", Yeni Ümit, İzmir (EkimAralık
1998), sayı: 42, s.8.
19 Bu Ülke, s.260.
124
olarak sunmamıştır ki, içilir içilmez, ebediyet iksiri versin, insanı
kandırsın ve onun cennete girmesine vesile olsun! Öyleyse hakikat,
sadece kitabın veya kitapların sayfalarından toplanmaya
kalkışılmamalıdır; o kafamızın ve gönlümüzün iç hamleleri ile ancak
keşfedilebilir bir olgudur. Bir anlamda insan zihni arı, Kur'ân en güzel
çiçek, dış dünya ise kovandır.
Dış dünyaya 'Kitâb-ı Kebîr-i Kâinât', başka bir ifadeyle 'Kâinât
kitabım, Kur'an-ı Kerîm üstadım' şekliyle bakan ve kâinâtın okunması
gereken en büyük ilâhî kitap olduğunu söylemek suretiyle, okurlarına
dış dünyaya dikkatlerini çevirmelerini tavsiye eden mütefekkirler de
vardır. Buna göre, Kur'ân'a, kâinât denilen büyük kitabın özeti, fihristi
demek mümkündür20
.
Goethe, buna şu şekilde dikkat çeker: "Kendi yağı ile kavrulan
dâhi yok. Dâhi bütün intibaları benimseyen, karşılaştığı nesneleri
ayıklayan, düzenleyen, canlandıran, kiminden tunç, kiminden mermer
alıp ölümsüz bir âbide kuran kişidir. Ben ne yaptım!... Gördüklerimi,
duyduklarımı bir araya getirdim. Tabiatın da eserlerinden
faydalandım, insanların da. Her yazımı binlerce insana ve binlerce
nesneye borçluyum. En çoğunu başkalarına borçluyum. Âlim de, câhil
de, bilge de, deli de, çocuk da, ihtiyar da yardımcım oldu. Yani benim
eserim, mevcut unsurları topluyor sadece21
.
V
Genelde bizde okuyanlar, okumak için okur. Kitaba, kitap
olduğu için perestiş ederler. Bulduklarını yüklerler hafızalarına,
sindiremezler, hayatlarına katamazlar, kendi kendilerini zehirlerler.
Bu 'edebî hastalığa' aydınlar daha çok tutulurlar. Düşünce ile
doğrudan temas etmedikleri için daha ziyade kitaplarla beraber
olmaktan ve onları tanımaktan hoşlanırlar22. Kuru bilgileri aktarmak

20 Merdin, Sadettin, Tanrıya Koşan Fizik, İstanbul 1995, s.68.
21 Faust, s.319, 321.
22 Bu Ülke, s.113. Böyle bir trajediyi Goethe, şu şekilde dile getirir: "Ah... İşte, felsefeyi,
hukuku-tıbbı ve ne yazık ilâhiyatı da ateşli bir çalışmayla iyice tahsil ettim. Ama ben
zavallı deli, işte yine o'yum ve eskisinden daha akıllı değilim. Gerçi bana üstad, hatta
doktor diyorlar ve on yıl var ki çömezlerimi, burunlarından tutup, yalan yanlış bir aşağı bir
yukarı sürükleyip duruyorum. Görüyorum ki, hiçbir şey bilmiyorum. İşte bu neredeyse
125
için okuyanlar, ahkâm kesmeyi ilim sananlar, kitaplardaki ile
övünenler, kitap karşısında küçülen, ezilen ve basit kalanlardır23
.
İyiye, güzele ilim adamları sayesinde ulaşılabildiği gibi, çirkinliğe de
yine ilim adamları sayesinde ulaşılır24. Bu gerçek merhum Nihad Sami
Banarlı'nın dikkatini çekmiş ve şu manidar şiirini kaleme almıştır:
Niçin okudum sizi?/ Siz ki, göstermediniz/ Bana saadetlerin/
Çalkalandığı denizi.../ Niçin kitaplar niçin?/ Hangi sahifenizi?
Muskalaştırmalıydım? Murada ermek için./ Murada ermek için,/ Ve
bir güngörmek için25
.
Edebî hastalığımız incelemek, düşünmek, dinlenmek, eğlenmek
için değil de, okumuş olmak için okumadır. Kimi yarısını okur
kitabın, kimisi yalnız basıldığı yere ve tarihe bakar, kitaplar
çoğaldıkça okuma sevgisi azalır, hatta çok kitap, sahibinin cehaletine
delâlet sayılır.
Asıl okuma gerçeği bulmak için olmalıdır. Okuma hastalığına
yakalananlar, ne sanat heyecanı ararlar, ne de zekalarını geliştirme
eğlimindedirler. Çok okurlar, ellerine geçeni okurlar. Sabırsızdırlar,
sırtlarından bir yük atmak isterler sanki. Okuduklarını eleştirmek,
reddetmek veya tartışmak ihtiyacı duymazlar. Kitaplar kapanır
kapanmaz, içindekileri unuturlar. Cemil Meriç bu konuya şu şekilde
dikkat çeker: "Yazılanları münakaşa eden iki insan, doğru yolu arayan
iki yol arkadaşına benzer. Her ikisinin hedefi de, diğerini yanlışa
kanalize etmek değildir. Fikri münakaşa, mağlubun muzaffer olduğu
tek yarıştır. Yanıldığını kabul etmek, yani bir hakikatın fethiyle
zenginleşmek, parçadan bütüne, karanlıktan aydınlığa geçmektir"26
.

kalbimi parçalayacak! Gerçi bütün bilgiçlerden, doktorlardan, hocalardan, yazarlardan ve
papazlardan daha akıllıyım ve hiçbir çekinceme ve kuşku içimi kemirmiyor, ne
cehennemden ne ifritten korkum var, ama buna karşılık bütün sevinçlerimi yitirmiş
bulunuyorum. Doğru bir bilgi edinebileceğimi, insanları iyileştirecek ve esenliğe
ulaştıracak bir şeyler öğretebileceğimi hayal edemiyorum. Ne param, ne malım, ne de
dünya onur ve nimetlerinde payım var. Bir köpek bile böyle yaşayıp durmak istemez" (bk.
Faust, s.36).
23 Işık, Emin, s.174.
24 Hadisin tam metni şu şekildedir: "En büyük kötülük âlimlerin yaptığı kötülüktür... En
büyük iyilik âlimlerin yaptığı iyiliktir (bk. ed-Dârimî, es-Sünen, I, 104).
25 Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1979, II, 1274.
26 Bu Ülke, s.281. Ayrıca din dilindeki tartışma modelleri için bk. Yavuz, Yusuf Şevki,
126
Bizde hastalık derecesine varan bir okuma tarzı daha vardır.
Başkasından oku, sen de başkasına okut! Başkasına okutan ve
başkasından okuyan kimse, düşünceyi ve tecessüsü kendisinden uzak
tutar. Bu tarzın az olanının faydalı olduğu düşünülebilir. Fakat bir
yaşam haline getirilmişi oldukça zararlıdır. Artık böyle kimseler,
okutmadan okuyamaz.
Tanrı, sözlerinde bunu şu şekilde dile getirir: "Tevrat'ı okuyup
da, onda düşüncesini derinleştiremeyenlerin durumu, kitap taşıyan
merkeplerin durumuna benzer. (Allah, kitabında her hakikatı
söylemiştir, bizimkisi tekrardan ibarettir, diyerek) onları
yalanlayanların durum ne kötüdür! Allah (düşünce ve tecessüsünü
çalıştırmayan, geliştirmeyen ve böylelikle) kendilerine zulmeden
kimseleri hidayete sevk etmez"27
.
Okumaya hastalık derecesinde mübtelâ olan kişi, okurken birçok
şeyi anladığını vehmeder. Başkalarının sözleriyle yetinmek, her
konuda başkalarının anlayışına, fikrine başvurmak alışkanlıkların en
kötüsüdür. Babam böyle diyor, hocam en iyisini bilir, kitaptan
okudum, gazete yazıyor gibi direkt yaklaşımlar, iradenin ve kişiliğin
az gelişmişliğini gösterir. Binâenaleyh, "Derler, demişler, diyecekler
kaydını atmadıkça, hep hayat kîn ü küdûrattır bize"28
.
Hiç okumama, aşırı ve düzensiz okuma durumlarında birtakım
problemlerin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Hiç okumayanlar,
hafızayı, düşünce mekanizmasını bozmakta, zihni zayıflatmaktadırlar.
Aşırı ve düzensiz okuyan kişiler ise, gündelik hayattan kopmakta,
çevresinde olup bitenleri görmemektedir. Onlar, büyük oranda gerçek
hâdiseleri unuturlar, sadece okuduklarını hatırlarlar, realiteden gittikçe
uzaklaşırlar, kitaplardaki olaylara bağlanırlar. Düşünceleri birbirine
karışır, kendi başlarına muhakeme edemez durumuna gelirler.
Okuduğunu tahlil etmeyen, daha önce okudukları ile
karşılaştırmayan, her an kendi aklını kullanmayan bir kimse, zekasını

Kur'an-ı Kerîm'de Tefekkür ve Tartışma Metodu, Bursa 1983.
27Kur'ân-ı Kerîm, Cuma sûresi, âyet: 5. Ayrıca bu âyetin yorumu için bk. el-Beydâvî,
Nâsiruddîn 'Abdullâh b. 'Ömer, Envârü't-tenzîl ve esrârü't-te'vîl, Mısır 1388/1968, II, 476;
İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-'Azîm, Dimaşk 1414/1993, IV, 384-385.
28 Özdamar, Mustafa, Mahir İz Hoca Belgeseli, İstanbul 1994, s.165.
127
büyük oranda mahveder. Okuma sayfanın bütününü, cümleleri
kelimeleri anlamaktır. Okuma faaliyeti, anlayamadıklarının veya
anladıklarının altında ezilmek asla değildir. Okuyucunun dikkati
gevşerse, gölge düşünceler zihninde kalmaya başlar. Hızlı kitap
okuyan kimse, dikkatini metin üzerine yoğunlaştıramaz. Daha önce de
temas edildiği gibi, Topçu, bunu ızdırabını duymadan yaşamadan
okuma ve yazmaya kalkışma olarak nitelendiriyor ve böyle kimseleri
riyâkârlık ve samimiyetsizlikle suçluyor29
.
Bütün bu nedenlerle bazı okumuşlarımız suçlanmaktadırlar.
Nitekim Osmanlı'da ulemâ sınıfının Kur'an, hadîs ve daha önceki
imam-müçtehidlerin tekrarlayıcısı okuduğunu; Tanzimattan sonraki
aydınların da Avrupalı yazarların tekrarlayıcısı olduğunu ileri sürerek,
onlara tenkit getirenler vardır30. Bu savın doğru olduğu kabul edilecek
olursa, insanın kendi kendine neyin tekrarlayıcısı olduğu sorusunu
sorması gerekiyor. Yunus Emre de buna şu şekilde işaret eder: İlim,
ilim bilmekdür. İlim kendün bilmekdür./ Sen kendüni bilmezsin, ya
nice okumakdur./ Okumaktan mana ne kişi, hakkı bilmekdür./ Çün
okudun bilmezsün, ha bir kuru emekdür31
.
Hakîki okuyucu düşünerek okur, klişelerin, kalıpların, peşin
hükümlerin dışına çıkar32. Okuduğu bazı şeyleri temessül eder, bu
fikirleri kendi malı haline getirir. Bir kucak odunun küçük bir ateşi
söndürmesi, büyük bir ateşi ise daha da alevlendirmesi gibi, o da
düşünceler arasında bağ kurar ve pratik, hayati değeri olan düşünceler
üretir.
VI
Tanrı'nın kitabını okuma da bizdeki ateşi canlandırmalı, asla
söndürmemelidir. İnsanın hedefi, kitapla hayat, nazari bilgi ile günlük
rutin, ideal ile reel arasındaki uçurumu kapatmak olmalıdır. Aksi
takdirde bugün çok olarak görüldüğü gibi, okuma iki zıt kutuptan
birisine, yani ya hiç okumama ya da ütopya ve beyin yıkamaya yol

29 Işık, Emin, s.174.
30 Bk. Mağaradakiler, s.390.
31 Yunus Emre, Divan, nşr. Faruk Kadri Timurtaş, Ankara 1980, s.51.
32 Mağaradakiler, s.436.
128
açar.
Okumak, başta Tanrı'yla olmak üzere düşünenlerle bir dostluk
kurmaktır. Hür olmak için, aydınlanmak için, şahsiyetli olmak için
okunur. Diğer dostluklardan farkı samimiyetinde yer alır. Konusu,
Tanrı'ya ait ise O'nunla sözleri vasıtasıyla temas kurmak; insanlara ait
ise bir uzaktaki ile temas kurmak, düşünce alış verişinde bulunmaktır.
Bunun içindir ki, okumak, hasbî ve iç açıcıdır. Bunun karşısında
saygı, şükran, bağlılık dediğimiz ve zaman zaman birçok yalanlarla
karıştırdığımız gösterişler, nezaket merasimleri kısır, yorucu ve
samimiyetsiz kalır. Yüce Tanrı, Hz.Muhammed'in diliyle insanlığa
Kelâm-ı Kadîm'i kastederek: "Buna, ancak (kalbi ve zihni hazır olmak
şekliyle) temiz olanlar el sürer" demekle33, sanki de buna işaret
etmektedir. Sürgün yeri olan San Cassino'da çile dolduran
Machiavelli'nin akşamları kütüphanesine girerken kirli elbiselerini
çıkardığı, bir hükümdarın huzuruna girer gibi itina ile giyindiği ifade
edilmektedir. Sonun da o da hükümdar olmuş, kitap olmuş, bir ışık
olmuştur.
Okumak, dostluğu ilk saf hâline irca eder. Fazla bir merasime
gereksinim duymadan istersek bütün akşamı kitaplarla geçiririz.
Onlardan çoğu defa istemeyerek ayrılırız. 'Hakkımızda ne düşünüyor,
Acaba bir patavatsızlık yaptık mı, Hoşlandılar mı bizden, yoksa kendi
hoşlandı da eşi hoşlanmadı mı, Ne zaman beni terk edecek, Sıkıntılı
olduğu içi mi benimle dost, Falanı görünce ya da işleri düzelince beni
unutacak mı? gibi sorularla zihnimizi ve kişiliğimiz bulandırmak
zorunda kalmayız.
Okumak saf ve sakin bir dostluktur, kendi kendimizle baş başa
kalıştır. Onda alâyiş ve gevezeliğe lüzum yoktur. Sükût içerisinde
kaynaşmadır. Söz gibi kusurlarımızın ve sırıtışlarımızın izini taşımaz.
Başkası ile kendi düşüncemiz arasına egoizmleri sokmaz, konuşmayı
yabancı unsurlarla kirletmez. Kitaba bir bakış, hakiki bir okurun bütün
gönlünü doldurur, ona alev alev yanan, taze ve kutsal bir yaşama
seâdeti kazandırır.

33 Kur'an-ı Kerîm, Vâkıa sûresi, âyet:79. Âyetin geniş yorumu için bk. Elmalılı Muhammed
Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1979, VII, 4723.
129
İyi bir kitabın dili de iyi ve saf olmalıdır. Bundan dolayı beşerin
en iyi kitabı olan Tanrı sözünde yabancı cisimler pek yoktur. O,
düşüncesini olduğu gibi sunmuştur, her cümlesi bir sonrakine
benzemektedir, aynı ses ve aynı perde görünümü vermektedir. Kitabı
sayesinde kendisini bize aksettirmektedir.
Okuyarak zekâ geliştikçe, okuma sevgisi de artar. Diğer yandan
yukarıda temas edilen okumanın zararları da azalır. Sıhhatli bir zekâ,
kitapları kendi çalışmalarına tâbi kılar. Bundan dolayı eğlencelerin en
asili ve asilleştiricisi okuma sayılmıştır. Hassasiyetimizi, düşüncemizi
ancak kendi içimizde, kendi zihni hayatımızın derinliklerinde
geliştirebiliriz. Zekânın tavırlarını efendileştirmek için okumak
zorundayız34
.

34 Bu Ülke, s.116.

Konular