Nahivciler ile Mantıkçılar Arasındaki Tartışmalar

Ç a n a k k a l e O n s e k i z M a r t Ü n i v e r s i t e s i
İ l a h i y a t F a k ü l t e s i D e r g i s i
2 0 1 5 , S a y ı 6
( S a y f a 1 0 5 - 1 1 4 )
Nahivciler ile Mantıkçılar Arasındaki Tartışmalar
Mehmet Şirin Çıkar, İSAM Yayınları, İstanbul, 2009, 200 sayfa.
Betül KIRAY*
Medeniyetlerin oluşumunda en önemli etkenlerden olan dil ve düşünce
arasındaki ilişki insanlık tarihi boyunca tartışılan önemli hususlardandır. Bir ifadenin
dil açısından doğruluğuyla (nahiv), düşünce açısından doğruluğu (mantık) arasındaki
tartışmalarla ilgili olarak birçok eser yazılmıştır. Düşüncenin dile ihtiyaç duyması,
dilin de düşünceyi temsil etmesi, dil ile düşünce arasındaki ilişkinin ne denli güçlü
olduğunu bize açıklamaktadır. Birbirlerinin olmazsa olmazı olan bu kavramların,
kendi karakterlerinden gelen özellikler ise onların birbirleriyle sentezlenmesine değil
de bazı noktalarda ayrışmasına yol açmıştır. Daha açık bir ifadeyle, mantık ilminin
yabancı menşeli olması ve bunu ilk benimseyen kimselerin Müslüman olmaması,
İslâm tarihinin ilk yıllarında nahiv uzmanlarınca kuşkuyla karşılanmasına sebep
olmuştur. Tanıtacağımzı bu kitap, İslâm düşüncesinin teşekkül sürecinde ortaya
çıkan nahiv-mantık tartışmalarına yol açan sebeplere, bunların çatışma ve uzlaşma
noktaları ile bu durumun İslâm düşünce tarihindeki rolüne dair genel bir çerçeve
çizmektedir. Giriş, üç bölüm ile sonuç ve kaynakçadan müteşekkil olan eser,
kronolojik olarak nahiv-mantık çerçevesinde gerçekleşen tartışmaları klasik ve
modern kaynaklardan hareketle anlatmakta ve Sîrâfî-İbn Mettâ arasındaki
münakaşaya yer vererek örneklendirmektedir.
Girişte konuya dair genel bir çerçeve çizilmiş, amaçlar ve tartışmalar etrafında
oluşan literatürün değerlendirilmesine yönelik olarak klasik ve modern kaynaklar
incelenmiştir. Birinci bölümde, “Arap Nahvinin Oluşumu ve Mantığın İslâm
Dünyasına Girişi” başlığı altında, genel olarak gramer tarihi, Arap nahvinin oluşum
süreci ve mantık ilminin İslâm dünyasına girişine yer verilerek konu
detaylandırılmıştır. Öncelikle bilinen kadim dillerin konuyu anlama açısından yararlı
olacağı düşüncesinden hareket eden yazar, gramerin tarihi hakkında bilgiler
vermektedir. Bu çerçevede gramerin ortaya çıkmasının sebepleri olarak; toplumda
dilin önem kazanması, düzgün konuşmanın makbul addedilmesi, yabancı dil
öğrenimine ihtiyaç duyulması ve kutsal metinlerin korunmasına yönelik toplumsal
hassasiyetler gibi sebepleri zikretmiş, bu alanda ilk sistemli düşünen kimselerin

*Yüksek Lisans Öğrencisi, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, E-posta: betultagil@gmail.com
1 0 6 | Çanakkal e Onseki z Mar t Üni v er si tesi İl ah i y at Fakül tesi De rg i si
Antik Yunan’da olduğunu belirtilmiştir. Ona göre dil çalışmaları Yunanlılarda
felsefeyle birlikte başlamış ve filozoflar dillerin kaynağı meselesini araştırmışlardır.
Dilin tabîi mi yoksa ıstılâhî mi olduğu meselesi ise dile felsefî bir özellik
kazandırmıştır. Bu alandaki çalışmalarıyla tanınan diğer bir toplum ise Hintliler’dir.
Hint gramerinin çıkışı ise Yunanlılar gibi felsefe kaynaklı olmayıp, kutsal metinleri
koruma amaçlıdır. Bu bölümün sonunda, Yunanlılar’la yakın ilişkide bulunan ve
onların gramerini tercüme edip birçok kelime ve ıstılâhı kendi dillerine aktaran
Süryânilerden ve onların Arap nahvinin oluşum sürecine olan katkılarından
bahsedilmektedir.
Arap nahvinin oluşumuna yol açan sebepler olarak ise dil, din ve kavim
zikredilmiştir. Buna göre nahiv ilmi, ihtiyaçlar sonucu ortaya çıkmıştır. Nitekim
Araplar, dillerini teorik ve araştırmalara dayalı bir bilgi olarak tespit etmeden önce
de belli kurallara uygun biçimde kullanıyorlardı. Sözgelimi ilk dönem şairleri aruz
ilmini bilmedikleri halde ölçülere uygun şiir yazıyorlardı. Çölde yaşayan Araplar ise
nahiv ilmi ortaya çıktıktan sonra bile bu ilimden habersizdiler. Fakat İslâm ile
birlikte, coğrafyanın genişlemesi sonucu başka milletlerle beraber yaşanmaya
başlanması, dil hatalarını (lahn) ortaya çıkarmış ve bu da yabancılara Arapça öğretme
zorunluluğu getirmiştir. Bu durum konuşma diline ve Kur’an-ı Kerim okumaya
sirâyet edince de artık nahiv ilmine olan ihtiyaç gündeme gelmiş ve konu ilim
adamlarınca dikkate alınmıştır. Dilden kaynaklı bu sebepler, dilin tedvini, tasnifi ve
nahiv kurallarının çıkarılması için yeterli olmuştur. Buna ilave olarak, Kur’ân-ı
Kerim’in yanlış okunmasının ibadetleri etkilemesi dinî sebep, Sâsânî, Bizans, Hint,
Süryânî, Nabatî ve İbrânî gibi köklü medeniyetlerle karşı karşıya gelen Araplar’ın
dillerinin bozulacağı endişesiyle milliyetçilik yapmaları da kavmî sebep olarak nahiv
ilminin oluşumu sürecini hızlandırmıştır.
Yazar, Arap nahvini ana dönemlere ayırırken, Basra ve Kûfe ekolleri
nahivcilerini ele almakla birlikte temelde Sîbeveyhi (ö. 194/809) merkezli bir ayrım
yapmıştır. Sibeveyhi’nin el-Kitâb’ı nahiv tarihinde yazılı ilk metin olması bakımından
büyük önem taşımaktadır. Bu sebeple Arap nahvi; Sîbeveyhi öncesi, Sîbeveyhi
dönemi ve Sîbeveyhi sonrası şeklinde ayrılmıştır. Sîbeveyhi öncesinde Ebü’l-Esved
ed-Düelî (ö. 69/689) ile başlayan ve Halîl b. Ahmed’le (ö.175/791) devam eden
dönemde, birçok isimle karşılaşırız. Nahvin başlangıcının Ebu’l-Esved’in Kur’ân-ı
harekeleme çalışmaları olduğu hususunda ittifak vardır. Onun bu ilke ve kuralları
Hz. Ali’den öğrendiği rivayet edilir. Onun öğrencilerinden olan Meymûn el-Akrân,
el-Leys olarak bilinen Nasr b. Âsım (ö.89/708) ve Yahya b. Ya‘mer’in (ö.129/746) bu
konudaki çalışmaları devam ettirdikleri ve eserler verdikleri bilinmektedir. Onların
da öğrencileri olan el-Hadremî (ö.117/735), es-Sekafî (ö.149/766) ve el-Mâzinî
Nah i v ci l er i l e Mantı kçı l ar A rası nd aki Tartı şmal ar |1 0 7
(ö.154/771) ile birlikte bir münakaşa ve tenkit dönemine girildiği ve bu dönemde
Hadremî-Ferezdak tartışmasının yer aldığı bilinmektedir. Halîl b. Ahmed’den
(ö.175/791) sonra ise bu konuyla ilgili müstakil eserler verilmeye başlanmıştır. O,
nahiv çalışmalarını ilmî ve sistemli bir yönteme bağlamıştır. Bu dönemde nahiv
çalışmaları ders ve tartışma meclislerinde oluşturulan halkalarda sözlü olarak
yapılmaktadır. Tüm bu birikim Sîbeveyhi dönemine yansımış ve o, önceki
nahivcilere ve görüşlerine eserinde yer vermiştir. Sîbeveyhi daha çok bir derleme ve
tasnif yapmıştır. el-Kitâb, Arap nahvini toplayan büyük bir eser olmasına rağmen
Arap nahvi bu dönemde hala ilmî bir hareket kazanmamış ve onun metodolojisi
kurulmamıştır. Sîbeveyhi sonrası dönemde ise Kûfe’de el-Ferrâ (ö.207/822), Basra’da
ise Müberred (ö.286/900), nahivde kendilerine has bir yöntem geliştirmişlerdir.
Müberred’ten sonra ise ez-Zeccâc (ö.311/923), İbnü’s-Serrâc (ö.316/928), ez-Zeccâcî
(ö.339/951), es-Sîrâfî (ö.368/977), er-Rummânî (ö.384/995), el-Fârisî (ö.377/988) ve
İbn Cinnî (ö.392/1002) gibi isimlerin katkılarıyla nahiv ilmi bir metodolojiye
kavuşmuştur. Ayrıca bu dönemde Kûfe ve Basra ekollerinin yanı sıra Bağdat ve
Endülüs ekolleri de ortaya çıkmıştır. Bağdat ekolü, her iki ekolün doğru yönlerini
alırken, Endülüs ekolü İbn Madâ örneğinde olduğu gibi, yeni bir metot oluşturma
çabasına girmiştir. Böylece nahvin bilgi ve usûl kaynakları belirlenmiş, böylece bu
ilmin gelişimi hızlanmıştır.
Yazar nahvin bilgi kaynakları olarak öncelikle Kur’an’ı, naklî bir kaynak
olarak kıraati, şiiri, nesiri ve hadisleri incelemiştir. Metodolojide kullanılan kaynaklar
ise kıyas, semâ ve icmâ olarak ele alınmıştır. Kıyas nahivde en çok kullanılan delildir.
Kıyası ilk defa kullanan kişinin Abdullah b. Ebû İshak el-Hadramî (ö. 127/745)
olduğu bilinmektedir. Sonraları ise Halîl b. Ahmed, Sibeveyhi, İbn Cinnî ve el-Fârisî
kıyası yoğun bir şekilde kullanmışlardır. Arap dilinin kastettiği kıyas, bütünden
parçaya doğru giden Aristo kıyası değil de, bizzat Arap’ları taklide ve onların
sözlerine hamledilmesine dayanan dilsel fıtrî bir kıyastır. Semâ ise fesahatine
güvenilen kişinin sözünden delil getirmektir. Bunlar Kur’an, hadis, Arap dilinin
bozulma sürecine girdiği döneme kadar olan Araplar’dan alınmış sözlerdir. Halîl b.
Ahmed fasih Arapça’ya örnek olabilecek sözler toplamak için çölde yolculuk yapan
nahivcilerdendir. İcmâ ise bir konu üzerinde Kûfe ve Basra ekollerinin birleşmesidir.
Eğer bunun aksine bir delil yoksa bu icma delili sayılmaktadır. Bunların dışında
üzerinde ittifak edilmeyen istishab ve istinsah da zaman zaman metodoloji kaynağı
olarak kural belirlemede esas alınmıştır. Arap nahvinin oluşum ve gelişim süreci
böylelikle sona ermiştir.
Nahivle ilgili verilen bu bilgilerden sonra yazar mantık tanımlamasına
geçmiştir. “Konuşmak” anlamındaki “nutk” kelimesinden türetilen “söz”
1 0 8 | Çanakkal e Onseki z Mar t Üni v er si tesi İl ah i y at Fakül tesi De rg i si
anlamındaki mantığın birçok tanımı vardır. Yazar, tüm bu tanımlarda düşünce, dil
ve bu ikisi arasındaki ilişkiyi vurguladığınıa dikkat çekmekte ve dili düşüncenin dışa
vurulmasını sağlayan bir alet olarak görmektedir. Mantık ilminin kurucusu
Aristo’dur ve o bu ilmi Yunan diline göre kurmuştur. Aristo dilin düşünce karşısında
daima dar ve güçsüz kalacağını savunmaktadır. Mantık ilminin İslâm dünyasına
girişi ise tercüme faaliyetleri sonucu olmuştur. Tercüme faaliyetlerinin merkezi ise
Süryani asıllı Nestûrîler’in Cündişâpûr’daki akademileriydi ve Yunan mantık
metinlerinin Arapça’ya tercümesi burada yapılmaktaydı. Bu akademide yetişen
Cibril b. Buhtîşû (ö.152/769) ise daha sonraları Me’mûn’un (ö. 218/833) emriyle
tercüme merkezi Beytü’l-Hikme’yi kurmuştur. Burada, İslâm medeniyetinde
düşünce alanına damgasını vuracak eserler tercüme edilmiş, Müslümanlar zamanla
hocaları olan Süryânîler’i geride bırakmışlardır. Mantık eğitimi veren bir diğer okul
da Bağdat’taki Medresetü’l-Mantıkıyyîn’dir. Bu okul, o dönemdeki Arap mantığının
en büyük temsilcisidir. Ebû Bişr b. Mettâ (ö.328/940), Fârâbî (ö.339/950), Yahyâ b.
Adî (ö.364/975) ise bu okulu temsil eden isimlerdir. Buradaki mantık eğitimi, Aristo
mantığı üzerine yapılmış şerhlere dayanmaktadır. Bu ekolün önemli olan bir yönü;
Fârâbî hariç mensuplarının çoğunun Hıristiyan olması, bunun gibi mantık ve felsefe
yanında tıp ile de meşgul olmalarıdır. Mantık ilminin zamanla yayılması İslâm
âleminin diğer bölgelerinde de mantıkçıların yetişmesini sağlamıştır. Mantık, Fârâbî
ile birlikte İslâmî bir kimlik kazanmıştır. Ardından İbn Sînâ (ö.428/1037) ve Gazzâlî
(ö.505/1111) bu alanı temsil eden isimler olmuştur.
Nahiv ve mantık ilimlerinin buluşmasında Arap olmayan nahivcilerin etkisi
büyüktür. Araplar kendi dilleri olduğu için nahiv kurallarını öğrenmeye ihtiyaç
duymadıklarından bu ilimle fazla uğraşmamışlar, bu boşluğu yabancılar
doldurmuştur. Dönemin Arap olmayan nahivcileri ise el-Hadramî, es-Sekafî,
Sîbeveyhi, Kisâî, Ferrâ, el-Evsad gibi isimlerdir. Zamanla bu kişilerin nahiv ilmini
kendi çizgisinden çıkarıp felsefî bir yöne kaydırmaları da onların kendi
kültürlerinden kaynaklanan doğal bir sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır. Nahiv ve
mantık ilimlerinin buluşmasında etkili bir diğer faktör ise Mu‘tezile ekolüdür. Her
ikisinin akla verdikleri önem aralarında bir ilişkiyi doğurmuştur. Mu‘tezile, yabancı
kültürlerden istifade hususunda da daha eğilimlidir. Mu‘tezilî olan nahivciler; Ebû
Amr b. Alâ (ö.154/770), Îsa b. Ömer (ö.149/766), Halîl b. Ahmed (ö.175/791),
Sîbeveyhi (ö.177/793), Ahfeş el-Evsat (ö.215/830), Ferrâ (ö.207/822), Mâzinî
(ö.249/863), Müberred (ö.285/898), İbn Cinnî (ö.392/1002), Sîrâfî (ö.368/979) ve
Rummânî’dir (ö.384/994).
Tartışmaların başladığı dönemde ise mantıkçılardan; Kindî (ö.257/870)
nahivci- mantıkçı tartışmaları hakkında bir görüş bildirmemiş uzlaşmayı hedeflemiş,
Nah i v ci l er i l e Mantı kçı l ar A rası nd aki Tartı şmal ar |1 0 9
Serahsî (ö.276/889) nahiv ile mantık arasında fark olduğu hakkında eser yazan ilk
kişi olarak tartışmalara zemin hazırlamış, Ebû Bekr er-Râzî (ö.320/932) ise
Yunanlıları ve felsefeyi aşırı bir şekilde övüp kurtuluşun felsefeyle olacağını
bildirmiştir. Ayrıca, Ebû Bekr er-Râzî’nin bahsettiği, dil konusunda aşırıya kaçan bir
adamla tartışması da, nahivciler ve mantıkçılar arasında yüz yüze yapılan ilk
tartışmadır. Tartışmaların başladığı dönemdeki nahivcilerden Müberred, o güne
kadar nahiv kitaplarında bir düzen olmadığını farketmiş, bu eksiği gidermek için
önemli eseri el-Muktedab’ı yazmıştır. Döneminin Kûfe ekolü imamı Ebü’l-Abbas
Sa‘leb (ö.291/904) rivayete önem vererek kıyas ve ta‘lîli kullanmamıştır. İbnüs’sSerrâc’la
(ö.316/928) birlikte ise yeni bir dönem başlamış, nahiv ve mantık artık karşı
karşıya gelmiştir, o da mantıkla bir süre ilgilenmiş ama sonra tekrar nahve dönüp elCümel,
el-Usûl gibi önemli eserler kaleme almıştır. Bu eserlerinde nahiv konularını
metodolojik olarak ve mantıkî bir düzenle ele almıştır. Ebü’l-Kasım ez-Zeccâcî de el-
Îzah adlı eserinde mantığın nahve nasıl karıştırıldığını göstermeye çalışmış, elCümel’inde
ise mantıktan uzak bir nahvin nasıl olması gerektiğini vurgulamıştır.
Böyle bir görüşte olan Zeccâcî’nin bile, mantığın etkisinden tamamen kurtulamadığı
tespit edilmiştir ki bu da mantık ilminin o dönemde yaygınlaştığına ve pek çok kişi
tarafından bilindiğine delildir.
Yazara göre, Sîrâfî ve İbn Mettâ tartışması, bu hususta daha önce yapılan
tartışmalardan içerik ve metot bakımından farklı olması yönüyle bir dönüm noktası
teşkil etmektedir. Sîrâfî’nin nahiv ilminin zirve dönemini temsil eden ve
Sîbeveyhi’nin el-Kitâb’ına yazdığı şerhle bilinen bir Mu‘tezilî olduğu söylenir. Onun
sadece nahivle değil kelâm, fıkıh, mantık, felsefe, belâgat, matematik, geometri gibi
ilimlerle de ilgilendiği bilinmektedir. Bir mantıkçı olarak İbn Mettâ ise, aynı
dönemde mantık alanında ün kazanmış ve hocalarını geride bırakmış biri olarak bu
ilim sayesinde her şeyin bilinebileceğini iddia etmiştir. Sîrâfî-İbn Mettâ tartışması,
hem nahiv hem de mantık alanlarında, önemli isimlerin yer aldığı bir dönemde
meydana gelmiştir.
Tartışma metni, Ebû Hayyân et-Tevhîdî’nin (ö. 414/1023) el-İmtâ‘ ve’l-muânese
adlı eserinde yer almaktadır. Eser Tevhîdî ile Büveyhîler’in veziri olan İbnü Sa‘dan
(ö.375/985) arasında geçen diyaloglardan oluşmaktadır. Sîrâfî’in, İbn Mettâ’nın
fikirlerinden ve bu çerçevede geçen tartışmalardan haberdar olmasına rağmen, ona
mantıkla ne kastettiğini sormasıyla tartışma başlar. Sîrâfî, tartışmayı Mettâ’nın
fikirleri temelinde başlatmış, İbn Mettâ’nın yaptığı tanım da tartışmaya iyi bir zemin
hazırlamıştır. Mettâ mantığı, sözün aletlerinden bir alet olarak tanımlar, onunla
doğru sözü ve manayı yanlıştan ayırabileceğini iddia eder. Bu tanıma karşı çıkan
Sîrâfî ise onun bu konuda hatalı olduğunu eğer Arapça konuşuyorsak doğru kelamı
1 1 0 | Çanakkal e Onseki z Mar t Üni v er si tesi İl ah i y at Fakül tesi De rg i si
yanlışından kullanılan sistem ve i‘rab ile bilebileceğimizi, bozuk mananın ise
doğrusundan akıl ile seçilebileceğini de ifade eder. Çünkü Sîrâfî’ye göre birçok dil
ve gramer tek bir alet tarafından bilinemez. Diller yapı olarak adetlere göredir, bir
dilin kullanılış şeklinin bilinmesi için kullanılan alet, başka bir dilin kurallarını
bilmek için kullanılamaz. Dolayısıyla diller ve o dilleri konuşan halklar kadar aletlere
ihtiyaç vardır. Mantık ise bu aletlerden sadece biridir. Mantık bir Yunan’lı olan
Aristo tarafından, o dili konuşanların adetlerine göre uzlaşmalı/ıstılahî olarak
(muvâzaa) belirlenmiş bir alettir ve diğer milletleri bağlamaz. Sîrâfî’nin “leyse” ile
sorduğu ve Arap dili kurallarına göre mutlaka “belâ” olarak cevaplanması gereken
bir soruya, İbn Mettâ’nın “nea‘m” karşılığı vermesiyle tartışmanın seyri değişir. İbn
Mettâ’nın bu eksikliğini farkeden Sîrâfî artık ona Arap diliyle ilgili sorular sorar ve
onu yenilgiye doğru götürür. Sîrâfî “vâv” harfinin hükümlerini, konumlarını, ve
durumlarını sorar ve “Bunu o çok övdüğün Aristo mantığıyla bil” diyerek meydan
okur. İbn Mettâ ise soru karşısında şaşırır ve şöyle cevap verir: “Bu nahivdir, ben
nahivle ilgilenmedim. Çünkü mantıkçının ona ihtiyacı yoktur. Fakat nahivcinin ise
mantığa şiddetle ihtiyacı vardır. Çünkü mantık manayı, nahiv ise lafzı konu edinir.
Mâna lafızdan daha üstün, lafız ise mânadan daha düşüktür.” Sîrâfî İbn Mettâ’nın bu
düşüncelerine karşı çıkarak şöyle cevap verir: “Nahiv mantıktır, fakat Arap
kelâmından alınmıştır. Mantık da nahivdir fakat o dille anlaşılır.” Sîrâfî böyle
demekle Arap nahvinin aslında mantığı içerdiğini, nahvin ayrı mantığın ayrı şeyler
olmadığını açıklamaktadır. Buna karşılık İbn Mettâ ise şu cevabı verir: “Sizin
dilinizdeki isim, fiil ve harf bana yeterlidir. Ben bu kadarı ile Yunan’ın benim için
hazırladığı amaçları ifade ederim.” Sîrâfî ise hata yaptığını Aristocu mantığın
Arapça’nın hakkını veremeyeceği şeklindeki görüşünü belirtir ve böyle bir şeyi
kabullenemez. O, mantığın sadece türetildiği dil olan Yunanca’dan başka bir dile
faydasının olmayacağı konusunda ısrarcıdır. Sîrâfî, mantığı, dil mantığı ya da
Arapça’nın mantığı şeklinde anlar, bu sebeple Aristo mantığını kabullenemez. Daha
sonra Sîrâfî “vâv” hakkında sorduğu soruyu tekrar hatırlatır ve Mettâ’nın cevap
vermesini ister. Fakat cevap alamayınca kendisi ayrıntılı bir şekilde açıklar. Bunun
üzerine Sîrâfî’nin daha birçok sorusu üzerine cevap alamaması ya da yanlış cevaplar
almasıyla Sîrâfî’nin ve nahvin üstünlüğü hâkim olmaya başlar ve Sîrâfî İbn Mettâ’ya
nahiv dersleri verir. Bu durum karşısında İbn Mettâ eğer ben de sana mantık
meselelerinden sorsaydım sen de benim düştüğüm duruma düşerdin diyerek onu
kendi alanına çekmek ister. Fakat istediği sonucu alamaz ve Sîrâfî’den düşüncesinde
kararlı ve savunmacı cevaplar alır. Mantıkçılara yönelik suçlamalarına da devam
eder. Onların söz oyunlarıyla akılları karıştırdığını bunların hepsinin kapalı sözler ve
tuzaklar olduğunu oysaki aklını kullanan herkesin Allah’ın izniyle bu oyunlara
Nah i v ci l er i l e Mantı kçı l ar A rası nd aki Tartı şmal ar |1 1 1
düşmeyeceğini bildirir. Sîrâfî mantığa akıl manası yüklemektedir. Ayrıca o tek başına
nahivci lafzını sözü anlama ve anlatma için yeterli görmeyip “fasih” ve “dilci”
sıfatlarını da ekler. İbn Mettâ tüm bu sorular ve konuşmalar karşısında suskun
kalmıştır. Aslında durum İbn Mettâ’nın nahvi küçük görmesi sebebiyle bilmediği ve
ilgilenmediği bir alanda tartışıyor olmasından kaynaklanır. Bunun yanısıra İbn
Mettâ’nın korkutulduğu için cevap veremediği iddialarının da olduğu, yazar
tarafından tespit edilmiştir (s. 111). Bunu, özellikle dîni inançları bakımından alay
edilmesi ve bu metnin hasmı tarafından aktarılması da desteklemiştir. Sorularına bir
cevap alamayan Sîrâfî artık tartışmayı noktalar.
Bu tartışma Arap nahivcilerinin dil ile akıl, nahiv ile mantığın arasını
ayırdıklarını, onun diğeriyle karışmasını istemediklerini ve ikisini bir tutmadıklarını
bildirir. Sîrâfî’nin İbn Mettâ’ya üstün gelmesini Muhsin Mehdî Kitâbü’l-Hurûf’un
girişinde şöyle değerlendirmiştir: “Bu tartışma bir adamın başka bir adama, bir
sanatın başka bir sanata üstünlüğü değil de mantık ve felsefenin faydaları
konusunda şüphe oluşturan kelâm ve edebiyatın bir zaferidir.” Muhsin Mehdî’nin
Language adlı eserinde de konuya şöyle bir yorum yapılmıştır: “Bu, Yunan grameri
ile oluşturulduğu iddia edilen mantığa karşı evrensel akletme sanatının
savunulmasıdır.”
Eserin üçüncü ve son bölümünde ise bu konudaki tartışmaların modern
dönemdeki yansımalarına değinilmiştir. Tartışmadan sonra artık sadece nahvin ya
da sadece mantığın bilinmesiyle her şeyin bilinebileceği iddialarının yapıldığı dönem
bitmiş, her ilim durması gereken yerini bilir hale ulaşmıştır. Özellikle bu hassasiyet
mantıkçılar tarafından gösterilmiş ve İbn Mettâ’nın tutumundaki hatalar giderilmeye
çalışılmıştır. Mantık ve nahiv ilimlerine ayrı ayrı konu ve amaç belirlenmiştir. Bu
çalışmalarda özellikle Fârâbî ve Yahyâ b. Adî isimleri karşımıza çıkmaktadır.
Mantıkta uzmanlaşmasıyla bilinen Fârâbî, İbnü’s-Serrâc’dan aldığı Arapça, fıkıh ve
nahiv dersleri sebebiyle İbn Mettâ’nın eksiklerini gidermiş, Sîrâfî’nin “Mantıkçılar
Arap dilini öğrenmek için çaba göstermiyorlar” iddiasını çürütmüştür. Onun elHurûf
ve el-Elfâz adlı eserleri de Sîrâfî-İbn Mettâ tartışmasında geçen sorulara verilen
cevapları içerir niteliktedir (s.116). Ayrıca nahiv ve mantık ilimlerinin alanlarını ve
görevlerini belirlemeyi konu alan İhsâü’l-ulûm adlı eseri de nahiv-mantık ilişkisini
açıklamaya verdiği önemi göstermektedir. Bu durum ise öğrencisi Yahyâ b. Adî
tarafından benimsenip daha geniş bir şekilde açıklanmıştır. O, en meşhur Hristiyan
Arap filozofu olarak kabul edilmiş, mantık ilmini müstakil bir ilim haline getirmek
için birçok eser vermiştir. Ayrıca Yunan mantığı ile Arap nahvinin konu ve amaç
yönünden arasındaki farklılıkları Tebyînü’l-fasl beyne sınâatey el-mantıkı’l-felsefî ve’nnahvi’l-Ârabî
adlı risalesinde incelemiştir. Her iki sanatı birbirinden ayırırken orta bir
1 1 2 | Çanakkal e Onseki z Mar t Üni v er si tesi İl ah i y at Fakül tesi De rg i si
yol tutsa da, yazar kitapta Yahyâ b. Adî’yi eleştirmiş ve eserde farklılıkların mantığı
üstün tutarak ele alındığını savunmuştur. Bir diğer isim olan Ebü’l-Hasan
Muhammed b. Yusûf el-Âmirî (ö.381/992) mantığa yönelik saldırılara karşı onu
savunmuş ve yararlarından bahsetmiştir. O, ilmî bir toplantıda bir araya geldiği
Sîrâfî’yle tartışarak İbn Mettâ’nın intikamını almayı hedeflemiştir. İslâm tarihinde ilk
defa ilimleri dîni ve felsefî olarak iki kısma ayırmış ve bunları uzlaştırmayı
denemiştir. Ebû Süleyman Muhammed b. Tâhir b. Behrâm es-Sicistânî’ye
(ö.392/1001) gelince, filozof ve mantıkçıların en önemli isimlerinden olmasına
rağmen nahiv ile mantık arasında yakın ilişki ve benzerlik olduğundan bahseder.
Onun “Nahiv, Araplar’a ait bir mantık, mantık da aklî bir nahivdir.” sözü de buna
delildir. O, Arap diline de ayrı bir önem vermiştir.
Mantık ilmi, nahivle çatıştığı kadar diğer dînî ilimlerle de çatışmıştır. Nahiv
ile mantık arasındaki tartışmalarda amaç birini diğerine üstün kılmaktı; mantığın
diğer ilimlerle olan tartışmalarında ise konu iman-küfür meselesine dönüşmüştür.
Mantıkla ilgili çalışmaları İbn Sînâ (ö.427/1037) ve İbn Hazm (ö.456/1064) devam
ettirmiş, bu ilmin diğer dînî ilimlere olan faydasını savunmuşlardır. Özellikle Gazzâlî
ile mantık yeni bir sürece girmiştir. O mantığı aklî düşüncede hataya düşmekten
koruyan bir alet olarak görmüş ve bu ilmin bilinmesini içtihad için şart koşmuş ve
farz-ı kifâye olarak kabul etmiştir. Buna karşın İbn Teymiyye (ö.728/1326) ve İbnü’sSalâh
(ö.543/1153) gibi mantığı İslâmî ilimlerden uzaklaştırmaya çalışanlar da
olmuştur. Özellikle İbnü’s-Salâh, bu ilimle uğraşanları zındıklıkla itham etmiştir. Bu
süreçten sonra nahiv içinde mantığın da etkisi bulunduğunun savunulduğu bir
olgunlaşma dönemine girilmiştir. Bu dönemde, kendine has tarzıyla çalışmalarını
“fıkhü’n-nahv” diye isimlendiren Rummânî, nahiv ilmini yeni bir sürece dahil eden,
kıyasın üstadı olarak tanınan, mantık ile nahiv arasındaki ilişkide orta yolu tutan İbn
Cinnî gibi isimler karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca Kitâbü’r-Red ale’n-nühât adlı eseriyle
Doğu Arap dünyasının nahvini ve usullerini reddeden bir Zâhiriyye mezhebi
mensubu olan İbn Madâ el-Kurtubî (ö.592/1196) de muhalif bir görüş olarak
karşımıza çıkmaktadır. Eserinde nutka faydası olmayan şeylerin nahivden atılması
gerektiğini yazmıştır. O kendi mezhebî görüşlerini nahve aktarmıştır.
Klasik dönemdeki nahiv ile mantık tartışmalarında birini diğerine üstün
tutma, sonraki dönemlerde ise her iki ilme ayrı alanlar belirleme fikri hâkimken
modern dönemde nahvin mantıktan etkilenerek meydana geldiği konusu
tartışılmıştır. İlk dönemlerden itibaren Arap nahivcilerinin Yunan felsefe ve
gramerinden haberdar oldukları iddia edilir. Bu bağlamda, bu düşünceler üzerinde
nahiv ilminin yeşerdiği Basra çevresinin İran, Yunan, Hint kültürlerinin etkisinde
olması etkili olmuştur. Böyle bir şeyin mümkün olmadığını savunarak tüm bu
Nah i v ci l er i l e Mantı kçı l ar A rası nd aki Tartı şmal ar |1 1 3
iddialara cevap verilmiştir. Basra çevresinde İran, Yunan ve Hint kültürlerinin
varlığından söz edilse de Yunanca eserlerin Arapça eserlere veriler aktarmayı
sağlayacak düzeyde tedris edildiğini bildiren bir delil olmadığını, nahvin kısa sürede
oluşmasının İslâm medeniyetinin hızlı gelişimiyle ilgili olduğunu, nahvin mantığın
üzerine bina edilmesi iddiasının ise klâsik dönem mantıkçıları tarafından bile öne
sürülmediğini, dolayısıyla böyle bir zaruretin olmadığını açıklamışlardır. Nahvin
mantıktan etkilenmesi konusunda bazı kişiler de, nahiv ilminin ilk dönemde
tamamen Araplar’a ait ihtiyaçlardan oluştuğunu, daha sonra ise Araplar’ın yabancı
milletlerle kaynaşmalarına, yabancı kültürlerin eserlerinin Arapça’ya tercüme
edilmesine ve Arap nahvinde gözle görülebilir bir değişikliğe dayanarak,
etkilenmenin söz konusu olduğunu düşünmektedirler. Fakat bu etkilenmenin nahvin
kendi gelişimini etkilemeyecek derecede zayıf ve dolaylı olduğu da savunulmuştur.
Bazı kişiler de nahvin Yunan mantığından değil de Yunan gramerinden etkilendiğini
ileri sürmüşlerdir. Ayrıca Arap nahvinin Yunan eserlerinin tercümesinde aracı rol
oynaması ve Arapça ile benzerlikler taşımasından dolayı, Süryânîce’nin; şiir,
edebiyat, hikâye gibi ilimlerde eski ve köklü olmalarından ve Arap nahvinde olduğu
gibi çıkış noktasının kutsal metinleri koruma amaçlı olmasından dolayı Hint
gramerinin ve İran’ın etkisi olduğunu iddia edenler de vardır. Arap gramerinde
Yunancanın etkisini reddedenler, özellikle ilk dönemi kastederler çünkü o döneme
ait ve günümüze ulaşan tek metin olan Sîbeveyhi’nin el-Kitab’ında Yunanca
kaynaklardan alıntılara rastlanır. Bunun yanında tercüme hareketlerine başlanmadan
önce Arap gramerinin yazılmış olması da Yunanca’nın etkisini reddetmek için delil
olmuştur.
Nahvin mantıktan modern dönemde etkilenmesi çerçevesinde ise nahivdeki
taksim, kullanılan terimler ve üslûb benzerliği vb. iddialar ortaya atılmıştır. Bunların
yanısıra, nahvin bilimsel ve felsefî metodolojisi kapsamında kıyas, illet ve âmil
kavramlarının kullanılması ve nahiv ile mantıktaki kategorilerin benzerlikleri de
etkilenme olduğuyla ilgili görüşlerdir. Yazar tüm bunların mümkün olmadığını
delillendirerek düşüncesini savunur. Ayrıca Aristo ve Sîbeveyhi’nin taksimleri ve
taksime yükledikleri anlamın farklı olduğunu, ilk dönem nahivcilerinden hiçbirinin
Yunanlılar’dan veya başkalarından gramerle ilgili ıstılah aldıklarını zikretmediklerini
belirtmiş, Sîbeveyhi’de de yabancılara ait bir atıf olmadığını eklemiştir. Kıyas
konusunda ise nahivdeki kıyasla mantıkçıların kıyası arasında fark olduğunu ifade
etmiştir. Nahivcilerin kıyasının cüzden külle (tümevarım), mantıkçıların kıyasının ise
külden cüze (tümdengelim) doğru olduklarını belirterek, Arap dilcilerinin kelâmın
bütün lafızlarını duymadıklarını bu sebeple bazılarını diğerlerine kıyasladıklarını
aktarmıştır.
1 1 4 | Çanakkal e Onseki z Mar t Üni v er si tesi İl ah i y at Fakül tesi De rg i si
Yazar bu kitaptan sonuç olarak şu yargılara ulaşmıştır:
1. Arap grameri, konuşma dili odaklı olmaktan ziyade, uyulması gereken
ölçüleri belirleyen bir metodu merkeze aldığı için, Arap düşüncesinde
meydana gelen değişimleri dile getirmede yetersiz kalmakla itham edilse
de Arap gramerinin benimsediği metodoloji, bugün bile Araplar’ın
ihtiyacını karşılar mahiyettedir. Araplar tanıştıkları yeni şeyleri
isimlendirmekte zorlanmadıkları gibi, gelişen düşüncelerini ifade etmekte
de bir sıkıntı çekmemektedirler.
2. Arap gramerinde semâdan ziyade kıyasın kullanılması ve bunun da
rivayetlere nazaran akla dayandırılması, onu zorlaştırmış, halk ile nahiv
arasında bir mesafe oluşturmuştur. Bu durum nahvin, mantık ilmiyle
ilişkilendirilmesine ve çeşitli tartışmalara zemin hazırlamıştır.
3. Nahiv, diğer İslâmî ilimler tarafından mantık ilmine karşı bir silâh olarak
kullanılmıştır.
4. Klâsik dönemde meydana gelen tartışmalarda mantık ilmi, kendine meşrû
bir zemin hazırlama çabasına girmiştir. Bunu, ortak noktalarını ve dinî
ilimlerle bir çatışma içinde olmadığını göstermek için yapmıştır.
5. Modern dönemde meydana gelen tartışmalar, Arap gramerinin yabancı
kültürlerden ve özellikle DE Yunan mantığından etkilenip etkilenmemesi
hususunda ortaya çıkmıştır. Bu tartışmalar İslâm-ilim tartışmalarının bir
ürünüdür. İslâmî ilimler içerisinde nahiv ilmi ciddi gelişmeler göstermiş
ve oluşturduğu literatürle İslâm medeniyetinin övünç kaynağı olmuştur.
6. Nahiv ilmi, sonraki dönemlerde mantıktan etkilenmiş olsa da, ilk çıkış
noktası dilsel ihtiyaçlardır. Nahiv ilminin oluşum süreci mantık ilmiyle
değil de diğer dînî ilimlerle birlikte incelendiğinde doğru bir şekilde tespit
edilmesi mümkündür.
Böylelikle yazar kitabında genel olarak düşüncelerini nahiv ve önemi
tabanında bina etmiş, nahvin İslâm medeniyetindeki yerine büyük bir pay biçmiştir.
Mantıkla olan ilişkisini ise sadece sonraki dönemlerle sınırlandırmış, çıkış noktasında
kesinlikle böyle bir etkileşim bulunmadığını iddia etmiştir. Netice olarak kitapta,
nahvin doğumundan gelişimine ona etki eden tüm faktörler, şahıslar ve ekoller
detaylıca incelenmiştir. Dil ile düşünce ilişkisinden yola çıkılarak, mantıkla olan
karşılaştırmasıyla da bir sonuca varılmış nahvin İslâm medeniyetindeki önemini
belirlenmiştir.

Konular