Kur’an Kıraatinde Türklere Özgü Mahalli Okuyuş Sorunu

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 51:2(2010), ss. 79-91
Kur’an Kıraatinde
Türklere Özgü Mahalli Okuyuş Sorunu
MEHMET AKİF KOÇ
DOÇ.DR., ANKARA Ü. İLAHİYAT FAKÜLTESİ
koc@divinity.ankara.edu.tr
Özet
Kur’an’ı evrensel kabul gören Arap tarzını umursamayarak mahalli Türk ağzıyla
okuma konusundaki ısrar, Türkiye’nin diğer pek çok sorunuyla bağlantılı bir kısırdöngü
haline gelmiştir. Evrensel değerlerden kaçarak bizim ve ülkemizin özel oldu-
ğunu öne sürmek, hayatın her alanına ilişkin mahalli bir duruş icat etmek eskiden bizi
sadece yalnızlaştırıyordu. Ancak Dünya’nın bu kadar küçüldüğü ve küreselleşmenin
sınır tanımadığı şimdilerde artık bizi komik duruma da düşürmektedir. Arapçanın fonetiği
konusunda Araplara rağmen belirleyici olamayız. Yine apaçık bir Arapça ile
vahyedilen Kur’an’ın nasıl okunacağını; tecvidi, ilgili sesleri ve ağız hareketlerini
mevcut kitabiyattan öğrenebileceğimizi varsaymak doğru değildir. Ses kitaptan öğrenilemez.
Ayrıca, ülkemizde itibar gören kıraat kitaplarının Arap âleminde bizden çok
daha yaygın okutulduğu halde mahiyeti farklı iki okuyuş türünün zuhur ettiğini; belirleyicinin
kitap değil, kitabı okutan hoca olduğunu neden görmezden geliyoruz? Aslında
İslami ilimler içinde ses merkezli kıraat eğitiminin fem-i muhsin (uzman ağzı) aracılığıyla
verilebileceğini hicri ilk asırlardan beri bilmekteyiz. Ancak bilmediğimiz
fem-i muhsinin ana vasfıdır. Fem-i muhsin, kitaba dayalı geleneği devam ettirerek
Kur’an kıraatine emek veren ya da onu öğretmeye ömrünü feda eden emektar bir hoca
değil; gerekli eğitimi alarak doğru / otantik okuyuş melekesini kazanmış bir Arap
ya da onu aratmayacak kadar ona benzeyen bir okuyuşun sahibidir.
Anahtar kelimeler: Fem-i muhsin, kıraat, ıàlÊb, tecvid
Abstract
“The Question of Reciting the QurÊn in Regional Pronunciation: The Case of the
Turks”
Turkish reciters of the QurÊn do not pay sufficient attention to the authentic Arabic
style of pronunciation in their practice of recitation. Despite the fact that the Arabic
pronunciation of the Holy Book is a worldwide practice, the Turks still insist on recit-
80 MEHMET AKİF KOÇ
ing the QurÊn according to their regional pronunciation, i.e., universal the traditional
Turkish mouth. This situation is nothing but a typical reflection of obssesive attitudes
against international values observable at many levels of the Turkish society. In the
past, we would stay away from universal values and claim that our country and everything
that belongs to us would be distinctively special. Following this line of logic, we
would make up national stances regarding every single matter in this life, though this
logic would not produce any positive result but separate us from the rest of mankind.
In today’s world too, such obssesive attitudes lead us quite ridiculous situations in a
world that has turned into, through globalization, a kind of small village. We Turks
should not attempt to determine the phonetics of the Arabic language and stand
against their long-lasting conventions. Neither should we claim that we can learn everything
solely from books regarding the recitation of the QurÊn. God has revealed the
QurÊn in a clear Arabic language. We, therefore, should not assume that merely
through studying the books available in the field of QurÊnic studies we can acquire a
complete knowledge sufficient for us to learn competently how to recite the QurÊn, to
perform the art of recitation (tajwÙd), to articulate the proper letters and sounds, and
the like; for sounds cannot be learned just from books. Both in Turkey and Arab countries
teachers and students use the same books on the styles and schools of the
QurÊnic recitation. Then how can we explain the result that we see two inherently different
types of recitation? This result indicates that it is not the books, but the teachers
that determine these types. In fact, since the earliest Islamic centuries, we know that,
as a sound-based scholarly discipline, the QurÊnic recitation can be learned only from
a “qualified mouth” (fem-i muÙsin), but that which we do not know is the main characteristics
of this fem-i muÙsin. The fem-i muÙsin is not a person who has spent his
whole life and scholarly energy on teaching the recitation of the QurÊn. Rather, the
real fem-i muÙsin is an Arab who has acquired the required knowledge and practise in
the field, or a non-Arab who can recite the QurÊn as perfect and authentic as this
Arab qualified.
Keywords: Fem-i muÙsin, Recitation of the Qur’ān, ıqlÊb, tajwÞd,
Giriş
Kur’an, başlangıçtan beri yalnızca anlaşılan ve hayata tatbik edilen değil,
aynı zamanda tilaveti ibadet telakki edilen bir metin olarak kabul görmüştür.
Bu günkü Müslüman dünyanın önceki Müslüman nesillerden tevarüs ettiği
uygulamalar göstermektedir ki, Kur’an tilaveti, namazlarda Kur’an okumanın
çok ötesinde bir manayı da ihata etmekte; çok daha serbest bir ibadet
türünü bizatihi “sevap kazanmak için okumayı” ifade etmektedir. Şüphesiz
bunun arkasında, Kur’an metnindeki kutsiyetin ve eşsizliğin, “mana” yanında
bizatihi metnin lafzında da bulunduğu inancı vardır. Bu inancı teÙaddÙ
ayetleri desteklemektedir.1
Sadece BuÛÊrÞ’nin (256/870) ºaÙÙh’inin KitÊbu

1
Kur’an’ın, ilahi kaynağı konusunda şüphe duyan ilk muhataplarına meydan okuması anlamına gelen
bu kavram, toplam 5 ayeti doğrudan konu edinmektedir: 2:23-24, 10:38, 11:13, 17:88, 52:34. Bu ayetler,
insanların ve cinlerin işbirliği yapsalar bile ne Kur’an’ın bir kısmına ne de tamamına benzer bir
Kur’an Kıraatinde Türklere Özgü Mahalli Okuyuş Sorunu 81
feÑÊ ili’l-¨ur Ên’ına bir göz atmak bile, mezkur serbest ibadet türünün Hz.
Peygamber ve Sahâbe dönemindeki başlangıç uygulamalarını görmek bakı-
mından yeterlidir. Söz gelimi, Hz. Peygamber’in talebi üzerine ‚AbdullÊh b.
Mes‚ød’un (32/652) sesli Kur’an okuması, İbn Mes‚ød 4:41. ayetine gelince,
Hz. Peygamber’in duygulanması
2
her ne kadar manaya vurgu yapan bir içeriğe
sahipse de Hz. Peygamber’in bir sahâbîden Kur’an dinlemeyi istemesi
şüphesiz ki bu geleneğin başlamasına güçlü bir destek vermiştir.
¨ur÷ubÙ (671/1272) tefsirinin giriş kısmında, “insan sesinin mi Kur’an ile
süsleneceği” yoksa “Kur’an’ın mı insan sesiyle güzelleştirileceği”, ilgili
rivayetin farklı tarikleri üzerinden tartışmaya açılmaktadır.3
Yine ¨ur÷ubÙ,
tefsirinde Mısırlı kârîlerin para karşılığı Kur’an okumalarını eleştirmektedir.4
Bu eleştiri, hem bu tilavet geleneğinin ne kadar yaygın olduğunu göstermekte,
hem de o dönemin sosyal yapısına dair konumuzla ilgili önemli bir bilgiyi
getirmektedir.
Kur’an kelimelerinin telaffuz şekillerini ve eda yollarını müstakil bir disiplin
olarak konu edinen Kıraat ilmi, sesli Kur’an tilavetini de tabii ki ele
almaktaydı. Hicri II. yüzyılın başından itibaren kıraat ilminin tedris edilmeye
başlandığını bilmekteyiz. Ne var ki, bu makalenin konusu kıraat ilminin
teknik konularının özellikle de literatür bilgilerinin değerlendirilmesi değildir.
Çok daha özel ve pratik alanı doğrudan ilgilendiren bir sorun üzerine
odaklanmayı hedeflemekteyiz: Ülkemizdeki Kur’an okuma tarzının diğer
Müslüman ülkelerden özellikle de Arap ülkelerinden ayrılan yönleri, bunun
sebepleri ve sonuçları hakkında söz söylemeyi amaçlamaktayız. Konuyu,
sorunu gözler önüne seren bir tecrübe üzerinden tahlil etmek istiyoruz:
05-11. 10. 2009 tarihleri arasında Mekke’de “31. Uluslararası Kral
‚Abdu’l-‚AzÞz Kur’ân-ı Kerîm’in Hıfzı, Tilâveti ve Tefsiri Yarışması” yapıldı.
115 ülkeden 174 yarışmacının katıldığı müsabaka 7 gün sürdü. Dünyada
şu anda ilgili hükümetlerce resmi olarak Mushaf’ı basılan ve takip edilen
dört rivayetin (¨Êløn, Verş, DørÞ ve ¡afò) pratik uygulamaları dikkat çekiciydi.
Her bir yarışmacı tercih ettiği rivayetin kurallarıyla değerlendirildi.
Japon, Kanadalı ya da Koreli hafızların Kur’an okuyuşlarını dinlemek tabii
ki heyecan vericiydi. Yarışmada 5 kategori vardı. Bunlar: “Tefsiriyle birlikte
30 cüz’ün hıfzı”, “Tefsirsiz 30 cüz’ün hıfzı”, “20 cüz’ün hıfzı”, “10 cüz’ün
hıfzı” ve “5 cüz’ün hıfzı”. Her yarışmacıya 5 soru soruldu. Her bir soruda
kitap yazabileceklerini muhtelif sert ifadelerle beyan etmektedir. Bu güne kadar da bu meydan okumaya
ciddiye alınabilir somut bir cevap verilebildiği görülmemiştir. 2
el-BuÛÊrÞ, ºaÙÙhu’l- BuÛÊrÞ, KitÊbu feÑÊ ili’l-¨ur Ên, (33), el-Kutubu’sitte, DÊru’s-selÊm li’nneşri
ve’t-tevzÙ‚, Riyad 2008, s.437. 3
El-CÊmi‚ li aÙkÊmi’l-¨ur Ên, DÊru’l-kutubi’l-‚ilmiyye, Beyrut 1988, I. 11-12 4
A.g.e., I. 15
82 MEHMET AKİF KOÇ
ezberden 30 satır okumaları istendi. Sorular, yarışmacı yarışma kürsüsüne
çıktığında bilgisayar aracılığıyla tespit edildi. İlk kategoride puanlar; tefsir:
20, hıfz: 50, tilavet: 10 ve tecvid: 20 puan sistemi esas alınarak verildi. Diğer
kategorilerdeki yarışmacılar ise, hıfz: 50, tilavet: 20 ve tecvid: 30 puanlama
sistemi üzerinden değerlendirildi. Yarışmaya Türkiye’den üç yarışmacı katıldı.
Yarışmacılarımız, “Tefsirsiz 30 cüz’ün hıfzı”, “20 cüz’ün hıfzı” ve “10
cüz’ün hıfzı” kategorilerinde yarıştılar. Altısı Suudi Arabistan’dan altısı da
diğer Müslüman ülkelerden olmak üzere toplam 12 jüri üyesi iki ayrı komisyon
oluşturdu. Bu yarışmada Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden jüri üyesi
olarak yerine getirmeye çalıştığım görev sırasında –bilindik komisyon üyeli-
ğinin yanısıra– farklı kültürlerin Kur’an kıraatine (okumaya) bakışlarını anlamaya
çalıştım. Daha da önemlisi, ülkemizdeki Kur’an eğitiminin diğer
Müslüman ülkelerden nasıl göründüğüne dair dikkate almamız gerektiğine
inandığım değerlendirmelere şahit oldum.
Mahallî Okuyuş
Dünyanın hemen her bölgesinden gelen yarışmacıların kıraatleri (okuyuş-
ları) arasında tabii ki nitelik farklılıkları vardı. Ancak Türk yarışmacıların
kıraatleri ile diğer birçok ülke hafızlarının kıraatleri arasında neredeyse mahiyet
farkı gözlenmişti: Türk hafızlar açıkça kendileri dışındaki dünyayı
umursamadan mahalli “ağız” ile Kur’an okumuştu. Sonuçta, benim yer aldı-
ğım komisyonun başkanı, aynı komisyonun önünde yarışan her iki Türk
yarışmacıyı da yetersiz bularak kıraatlerini sonlandırmıştır. Maalesef Türk
yarışmacılar, benzer gerekçelerle kıraatleri sonlandırılan az sayıdaki yarış-
macı arasında kalmışlardı. Bu durumun beni mahcup ettiğini itiraf etmeliyim.
Aynı komisyonda yarışan Mısırlı yarışmacının tecvid kurallarına ve
gerekli dudak hareketlerine yeterli özeni göstermediği için Türkiyeli yarış-
macılar gibi oldukça düşük puan alması, komisyon başkanı ve üyelerinin
siyasi ya da milliyete dayalı kaygılarla değerlendirme yapmadıklarını ispat
ediyordu.
Burada, Medine-i Münevvere Harem-i Şerifi emekli imamı ve şu anda kı-
raat konusunda Suudi Arabistan’daki en önemli otoritelerden sayıldığı için
kendisine ŞeyÛu’l-àurrÊ ünvanı verilen İbrÊhÞm el- AÛÑar ile yaptığım gö-
rüşmenin önemli noktalarına temas etmek istiyorum: Öncelikle el- AÛÑar 15
senedir Türkiye’ye gelip gittiğini Sultan Ahmed ve Fatih camisinin imamlarını
tanıdığını hatta merhum Abdurrahman Gürses Hoca ile zamanında çok
iyi ahbab olduklarını, Gürses Hoca’nın umreye geldiğinde Medine’de kendi
evinde kaldığını söyledi. el- AÛÑar hangi gerekçelerle Türklerin dünyadan
farklı Kur’an okumaya çalıştıklarını bildiğini, ancak bu gerekçelerin doğru
olmadığını belirtti. Bütün açıklığıyla konuyu irdeleyebilmek için, Türkiye’de
Kur’an Kıraatinde Türklere Özgü Mahalli Okuyuş Sorunu 83
çokça söylenen “Türk okuyuş tarzının kıraat kitapları tarafından desteklendiği,
Arap okuyuş biçiminin ise bu kitapları dikkate almadığı” yolundaki
iddiayı
5
hatırlattığımda el- AÛÑar’ın bu iddiadan haberdar olduğunu gördüm.
Daha sonra konuşmaya örnek üzerinden devam etmek isteyerek tecvid kurallarından
“ıàlÊb” konusunu gündeme getirdim. Çünkü özellikle Arap dünyası
ile Türk okuyuşu arasındaki dikkat çekici farklılıklardan birisi bu konu ile
ilgilidir. Türkler ağızlarını tam kapatarak, Arapların önemli bir kısmı ağızlarını
kapatmaksızın dudakları arasında küçük bir boşluk bırakarak “ıàlÊb”
kaidesini uygulamaktadırlar. Böylece, her iki uygulama arasında bariz bir ses
ayırımı ortaya çıkmaktadır. Bu konuyu konuştuğumuz sırada el- AÛÑar,
“ıàlÊb” kaidesinin Türklerin de el kitabı olan İbnu’l-CezerÞ’nin (833/1429)
en-Neşr fi’l-àırÊ ati’l-aşr isimli kitabındaki tarifini6
hatırlattı: Buna göre
“ıàlÊb”, kısaca, sakin nøn harfini veya tenvÞn’i mÞm harfine çevirmek ve bu
mÞm harfini bÊ harfinden önce ğunne ile ıÛfÊ yapmaktır. Bu tarife uygun
hareket etmek isteyenler “ıàlÊb”ı uygularken “ıÛfÊ da yapmak gerektiği ve
“ıÛfÊ ağız kapalı iken yapılamayacağı için ağızlarını –el- AÛÑar’ın ifadesiyle–
iki dudak arasına yatay vaziyette bir defter sayfası sığacak kadar açık
bırakmaktaydılar. Yani, ıàlÊb örneğinde “Kitab” Türkiye’deki iddiaların
aksine Türk okuyuşunu desteklemiyordu.7

el- AÛÑar konuyla ilgili en büyük sorunun usul hatasından kaynaklandı-
ğını belirtti. Ona göre yanlış olan, Türkler’in kıraat ilmini kitaptan öğrenebileceklerini
zannetmeleriydi. Oysa kıraat, esasta “ses”e dayalı bir ilim olduğu
için ve “ses” gözle okuyarak değil; ancak kulakla duyularak hakkıyla kavranabileceği
için İslâmî ilimler içinde kıraat ilminin esas kaynağı kitap yerine
“hoca” idi. Kitap ancak yardımcı bir kaynak gibi değerlendirilmeliydi. Nitekim
İslâmî ilimler geleneği içinde çıkan fem-i muhsin (uzman ağzı) tabiri
bütün bunları özetliyordu. Daha sonra el- AÛÑar söylediklerini doğrulamak
için bana şu soruyu sordu: ‘Eğer kitap belirleyici ise, Türkiye’de okutulan
kıraat kitaplarının hemen hepsi çok daha yoğun bir şekilde Arap aleminde ve
bütün dünyada okutulduğu halde neden mahiyetleri farklı okuyuşlar ortaya
çıkıyor?’ Ben susarken el- AÛÑar cevabı kendisi verdi ve belirleyicinin kitap

5
Mesela bkz. Ali Rıza Sağman, Mevlid Nasıl Okunur? Ve Mevlidhanlar, Fakülteler Matbaası, İstanbul
1951, s. 45 (28 numaralı dipnot); İlâveli Yeni Sağman Tecvidi, Ahmed Said Matbaası, İstanbul 1958,
s. 22 (26 numaralı dipnot). 6
Ma÷ba‚atu’t-tevfÙà, Dımeşk 1345, II. 125 7
İsmail Karaçam, “ıàlÊb”ın yukarıdaki tarifini verdikten sonra şu açıklamayı yapmaktadır: “Memleketimizdeki
hafızların okuyuşunda ıklâbın birinci kısmı olan kalb işi yapılıyorsa da, ekseriyet ikinci
kısmı olan ihfâyı terk etmektedirler”. Bkz. İsmail Karaçam, Kur’ân-ı Kerîm’in Faziletleri ve Okunma
kaideleri, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2009, 303 (915 numaralı
dipnot). Karaçam, şaşırtıcı bir şekilde, tarife uymayan uygulamamızı ne gerekçelendirmekte ne de
eleştirmektedir. O, sadece bir durum tespiti yapmaktadır.
84 MEHMET AKİF KOÇ
değil “hoca” olduğunu söyledi. el- AÛÑar’a göre Türkler kitabı asıl kaynak
zannettikleri için kıraat ilminin önceliklerini belirlerken de yanılmaktaydılar.
Söz gelimi, herhangi bir harfin mahrecini bulmak konusunda kitaptan okuduklarını
ve sübjektif algılarını –bir türlü tatmin olamadıkları için– tekellüf
noktasına vardırırken,8
Arap dilinin temel özelliklerini ikinci plana atabiliyorlardı.
Mesela, Arapçada “ü” sesi, “ü-u” arası bir ses ve hatta “ü” sesinin
hiç bir tonu yer almadığı halde Türkler Arapça olan Kur’an’ı Arap kulağını
rahatsız edecek bu seslerle okumaktan hiç rahatsızlık duymamaktalardı. elAÛÑar,
kalın harflerin “ötre” haliyle ince harflerin “ötre” halinin tabii ki
farklı olduğunu ve bu farkın Arap dilinde yer alan “u” sesinin tonlarıyla gösterilmesi
gerektiğini belirtti.
Tam bu noktada fem-i muhsin9
kimdir? Sorusu gündeme gelmektedir.
Acaba Arap dilinin ses özellikleri ile ana dili Arapça olan kıraat uzmanlarını
dikkate almayarak, bütün ömrünü kıraat ilmine ve talebe yetiştirmeye adamak,
kıraat ilmini, kitaptan ya da kitaptan öğrenen hocadan almak ve zincirleme
bir şekilde yüzyıllar öncesine dayanan bu mahalli geleneğin bu günkü
temsilcisi/muallimi olmak, –hissi değerlendirmeleri bir tarafa bırakırsak–
kişiyi fem-i muhsin yapar mı? Acaba İngilizce’nin fonetiği konusunda, Pakistan’da
bütün ömrünü İngilizce eğitimine adamış mahalli lehçe ile İngilizce
konuşan ve öğreten bir eğitmen, Oxford İngilizcesi konuşan ve öğreten
bir İngiliz eğitmene hatta bir lise öğrencisine tercih edilebilir mi?
Milletimize, neden aslî dili Arapça olan insanların öncülük ettiği evrensel
kabul gören kıraat ile değil de mahalli Türk kıraatiyle Kur’an öğretiyoruz?
Bu konuda aklıma gelen iki hususu bütün açıklığıyla gündeme getirmek
istiyorum:

8
Ülkemizde “SubÙÊneke duasını ya da FÊtiÙa suresini ‘falanca Hoca’dan ancak 3 ayda geçebildim” ve
benzeri kalıplardaki sık duyduğumuz ifadeler, ilk bakışta ilgili “Hoca”yı ya da eğitim sürecini övüyor
gibi görünse de aslında bu “tekellüf”ü işaret etmektedir. 9
Bu makaleyi hazırlarken görüşlerine başvurduğum konunun uzmanı Mustafa Akdemir’in konuyla
ilgili açıklamaları şunlardır: " İbnu’l- Cezeri'nin kullandığı femu'l-muÙsin (bkz.İbnu’l-CezerÞ, en-Neşr
fi’l-àırÊ ati’l-aşr, ‚AlÞ MuÙammed eÑ-˜abbÊ‚, Ma÷ba‚atu Muò÷afÊ MuÙammed, Mısır tarihsiz, I. 212.
Bu kitabın 2. dipnotta kullanılan baskısının bir kısmına ulaşamadığımız için burada ayrı bir basımından
yararlandık) tabiri ‘doğru teleffuzu, güzel ifadeyi ve edayı gösteren ağız’ demektir. Bu terimi daha
çok biz kullanmaktayız. Arapça olduğu halde, Araplarda bu terimin kullanımı yaygın değildir. Bunun
yerine Araplar genellikle muşÊfehe, telaààÞ veya aÛÿ terimlerini kullanırlar. Bu terimlerin manası;
‘Kur'an-ı Kerim'i, ilk öğreticiye bağlayan zincire halka olmuş, indirildiği şekilde okuma gayreti ve
hassasiyeti ile, lafızlarını en doğru ve fasih bir şekilde teleffuz etme ve öğretme maharetini kazanmış
bir hocadan okuma işidir’. Bkz. MaÙmød £alÞl ¡uòarÙ, AÙkÊmu àırÊ ati'l-¨ur Êni'l-KerÙm, haz.
MuÙammed ¼alÙa BilÊl, el-Mektebetü'l-Mekkiyye 1996, s.18-19. Dolayısıyla bu terimlerde femu'lmuÙsin
manasına ilave olarak, ilmin ve telaffuz keyfiyetinin, teselsülen ilk kaynağa bağlanması manası
da vardır. Kur'an öğreniminin başka bir vasıtaya ihtiyaç duymadan elde edilebileceği bu yol, denenmiş
bir usulün mahsulü ve hala da alternatifsiz en ideal yoldur”.
Kur’an Kıraatinde Türklere Özgü Mahalli Okuyuş Sorunu 85
a. Siyâsî Sebep
Dünya küçülmeden ve küreselleşme başlamadan önce her Müslüman millet
mahalli kıraatleriyle Kur’an okuyordu. Biz de Osmanlı İmparatorluğu döneminde
aynen şimdiki gibi mahalli Türk ağzıyla Kur’an okuyorduk. O zamanlar,
herhangi bir bölgedeki sıradan halk kitlelerinin başka bir bölgenin mahallî
kıraatine vukûfiyeti tabii ki kolay olmuyordu. Belki de her millet, bütün Müslümanların
kendileri gibi Kur’an okuduğunu düşünüyordu. Farklılıklardan
haberdar olan elit kesimin ise iki açıdan herhangi bir adım atmasına gerek
yoktu: birincisi, böyle bir sorunun varlığı çok geniş kesimlere ancak teorik
olarak gösterilebilirdi. Oysa halk için, pratik hayata yansımayan böyle teorik
bir sorunun çözümünü önemsemek en iyimser ifade ile iğreti kalırdı. İkinci
olarak, teknik şartlar sebebiyle bu soruna anlamlı bir çözüm üretme şansı yoktu.
Sorun, küreselleşme ile birlikte, basın-yayın organlarının ve milletler arasındaki
doğrudan etkileşimlerin etkisiyle, sıradan halk tarafından bile yoğun
olarak hissedilmiştir. Böylece sorgulamalar ve sonuçta kargaşa kaçınılmaz
olmuştur. Artık her millet diğerinin Kur’an okuyuş biçiminden haberdardır.
Küreselleşme ile birlikte Türkiye dışındaki bütün Müslüman ülkeler
Kur’an’ın Arapça olmasını dikkate alarak makulden yana bir tutum belirlediler:
Türkçe bir metni Türklerin, İngilizce bir metni İngilizlerin, Almanca bir
metni Almanların, Japonca bir metni Japonların okuyuş biçimi, doğru okuyuşu
tespit ederken tabiî ki en belirleyici öğe olarak kabul görmelidir.
Kur’an kıraatinde Arap’ın ağzını ve kulağını hiçe sayarak “ben bildiğimi
okurum” mantığıyla hareket etmek, fanteziden öte ne ilmîdir ne de evrensel
bir değer taşır. Nitekim Arap dünyasıyla siyasi ve mezhebî açılardan sürekli
çatışma halindeki İran bile küreselleşme sonrası derhal Arabî tarz Kur’an
tedrisine geçmiştir. Bu gün, Kur’an okurken Arap tarzından farklı bir okuyu-
şu sürdüren Müslüman ülkeler, ya kısıtlı imkânları sebebiyle bu okuyuş tarzını
geniş kitlelere öğretemeyen, ya da Türkiye’nin etkisiyle mahalli Türk
kıraatini tercih eden ülkelerdir. O halde, Türkiye, başta Türkiye Cumhuriyeti
Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere neden kendi mahalli kıraatini esas
alarak Kur’an öğretiyor? Neden özellikle Kur’an kıraatini, buraya kadar
üzerinde durmaya çalıştığımız akli çıkarımların istisnası kabul ediyor? Neden
bizler bazı Türk kıraat uzmanlarının en doğru Kur’an okuyuş şeklinin
Araplarınki değil de Türklerinki olduğunu söyleyebilecek kadar ileri gitmelerinden
rahatsız olmuyor hatta haz alabiliyoruz? Herhalde bu soruların cevapları
doğrudan Türkiye’nin geçmişi ile ilgilidir. Yüzyıllar boyunca Müslümanlara
önderlik yaparak bütün insanlık tarihinin önemli medeniyetlerinden
birini inşa eden Türkler, önderliklerini hiç olmazsa Kur’an’ı öğrenen
değil de öğreten sıfatıyla devam ettirmek istiyorlar. Böylece, salt ilmî bir
konuda siyâsî bir duruş tercih ettikleri için mahallîlikten kurtulamıyorlar.
86 MEHMET AKİF KOÇ
Ancak küreselleşmenin bu kadar etkili olduğu dünyamızda, sadece siyâsî
mülahazaların etkisiyle desteklenen mahalli Türk okuyuşunun, ilmî ve aklî
yaklaşımın açık desteğini alan evrensel Arabî Kur’an kıraati karşısında ne
kadar şansı olabilir ki? Herhalde, bu şekilde evrensel kıraate geçiş süreci en
fazla geciktirilebilir.
Siyasi bakışın tuhaf tercihlere sebep olduğu yegâne ülke Türkiye değildir.
Burada hem Kabe hem de Medine Harem Camisinde bile sıkça karşılaşılan
bir gariplikten bahsetmek istiyorum: İslam’ın en kutsal mabedleri olarak
kabul gören bu iki mescitte birer gün geçirdiğinizi varsayalım. Herhangi bir
vaktin ezanında ya da namazında, müezzinin ve imamın, kıraat ilminin inceliklerine
vakıf insanların dahi kusur bulamayacağı yüksek düzeydeki okuyuşlarına
ve nihai derecede etkili ses-sedalarına tanık olabilirsiniz. Ancak,
aynı tecrübeyi mütaakip namaz vaktinde bir kez daha yaşamayı beklerken
hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Çünkü bu defa da bahsi geçen hemen her
bakımdan gerçekten “kötü” iki okuyuşla karşılaşırsınız. Sizi şaşırtan, Suudi
Arabistan’ın bilindik dînî siyasetindeki “Ses, sedâ ve kırâat ilminin incelikleri
metnin önüne geçmemelidir” ilkesinin günümüze uymadığını açıkça mü-
şahede ettiğiniz yorumu ve bu yoruma uygun tatbikatıdır. Bu siyaset, yukarıda
mahalli okuyuşumuza yönelttiği eleştirilerini arz etmeye çalıştığım
İbrÊhÞm el- AÛÑar’ı düşündürücü/gülünç bir gerekçeyle zorunlu emekliliğe
sevk edebilmiştir: Medine Harem Camisi imamı el- AÛÑar’ın en fazla dikkat
çeken suçu! namaz kıldırırken Kur’an’ı makamlı okumasıydı. Yani söz konusu
siyaset aslında mahareti ve başarıyı cezalandırmıştır.
Diğer bir örnek Suudi Arabistan dışındaki çoğu Arap ülkesinin rağbet ettiği
Kur’an-ı Kerim’i tahkik usulüyle güzel okuma yarışmalarıdır. Son yıllarda
ülkemizi de sık sık ziyaret eden bazı “Dünya birincileri”nin, ülkemizde
gerekli Kur’an eğitimini almış bir İmam-Hatip öğrencisi tarafından bile rahatlıkla
tespit edilebilecek tecvid hatalarına tanıklık etmekte ve şaşırmaktayız.
Bu yarışmaların düzenleyicileri ve hakemleri, herhalde, seçtikleri birincilerin
dünyanın çeşitli ülkelerini ziyaret edeceklerini, fevkalade etkili sesleri
aracılığıyla Müslümanların özgüvenlerini artıracaklarını, gayri Müslimlerin
ilgisini de Kur’an’a celbedeceklerini düşünmektedirler. Bu yarı-siyâsî ve
gayri ilmî tasavvur yukarıda sözünü ettiğimiz garâbetin ortaya çıkmasına
sebep olmaktadır. Öyle ki, seçilen bazı “Dünya birincileri”ne, yarışmaları
düzenleyen ülkelerin resmî eğitim kurumlarında bile Kur’an okutmanlığı
yaptırılmayacağından şüphe duymuyorum.

b. Psikolojik Sebep
Mahalli Türk okuyuşu-Arabî evrensel okuyuş ikileminde siyâsî sebepten
kısmen bağımsız olan bir başka unsur da gözlenmektedir. Türkiye’de yaşa-
Kur’an Kıraatinde Türklere Özgü Mahalli Okuyuş Sorunu 87
yan insanlar çoğu evrensel değere Türkiye’nin şartlarının özel ya da farklı
olduğu gerekçesiyle öznel bir içerik kazandırmaya çalışmaktadırlar. Genel
olarak evrensel yaklaşımlardan; mesela, evrensel “üniversite eğitimi” ve
“yabancı dil öğrenimi” tasavvurlarından uzaklaşarak “bize göre” tanımlar
icat etmeye çalışmanın ne denli gerilimlere sebep olduğunu defalarca tecrübe
etmemize rağmen bir türlü evrensel olana uygun hareket edememekteyiz.
Mahalli Türk kıraati ya da “bize göre Arapça eğitimi” konularındaki ısrar, bu
toplumsal eğilimin mütedeyyin kesimdeki tezahürleridir. Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesinde görev yapan bir Arapça hocamızı, ‘Arapça konuşma,
dinlediğini anlama ve kompozisyon yazmanın’ önemine ikna edemediğimi
hatırlıyorum. Hocamız, her dil için evrensel kabul gören dil öğretim mantı-
ğını; öğrencinin dilin dört unsuru ile (okuma, anlama, konuşma, yazma) eş
zamanlı olarak tanıştırılması gerektiğini hatırlattığımda ‘bizim şartlarımızın
ve Arapçanın’ özel olduğunu söylemişti! Ona göre öğrencinin klasik kaynakları
okuduğunda anlaması yeterliydi! Hocamız, Almanya’da bir sene Arapça
eğitimi alan Alman bir üniversite öğrencisinin bile klasik kaynaklardan yararlanabilme
ve dilin zikri geçen dört unsurunu kullanabilme melekelerini –
ileri derecede olmasa da– kesb edebildiğini söylediğimde dahi ikna olmadı.
Çünkü hocamız, Türkiye’de on seneden fazla Arapça dersi gördüğü halde
Arapçayı en basit ihtiyaçlarını gidermek için bile kullanamayan geniş bir
kitlenin varlığından rahatsız olmuyordu!
Neden özellikle çok önemli konularda evrensel tercihleri tehlikeli ya da
yanlış buluyoruz? Acaba yaşadığımız “zor” coğrafya mı bizleri bu yanılsamaya
sürüklemektedir? Dünyayı yöneten Batı ile ait olduğumuz Doğu arasındaki
ayırım noktasında yaşadığımız için mi sanal tehdit algılarından muzdaripiz?
Bu algılar mı bizi savunmacı ve müzmin kararsız yaparak hemen
her değeri mahallileştirmeye sevk ediyor? “Evrensel”, onu sürekli avucumuzun
içinde tutamayacağımız, dolayısıyla ona anında müdahale edemeyece-
ğimiz için mi korkutuyor? “Evrensel”in kimliğimizden bir şeyleri alıp götü-
receğini mi düşünüyoruz? Mahalli Kur’an kıraatini terk edersek asli Kur’an
okuyuşu mu kaybolur? Ya da Halkımız Kur’an’dan mı uzaklaşır? Şüphesiz
benzer soruların sayısı artırılabilir. Ancak bu noktada en hayati soruyu atlamamalıyız:
Büyük oranda, sanal tehdit algıları yüzünden müptelası olduğumuz
“mahallilik” tutkusunun peşinden daha ne kadar gidebiliriz?
Kur’an kıraatinde, mahalli okuyuşların zenginlik kaynağı olduğunu düşü-
nerek her milletin kendi mahalli okuyuşunu sürdürmesi gerektiği iddia edilebilir
mi? Milletler, gerçekte kendilerine ait olan değerler üzerinde belirleyici
olabilirler. Türk dilinin ve fonetiğinin kuralları Türkler, Arap dilinin ve fonetiğinin
kuralları da Araplar tarafından belirlenmelidir. Bu yaklaşım, menşe
itibari ile bize yabancı/başkasına ait bir değer de olsa, Kur’an kıraatinin bize
88 MEHMET AKİF KOÇ
özgü mahalli ifade biçimlerini değersizleştirmez. Mahalli Kur’an okuyuşumuz
“biz yüzyıllar boyunca Kur’an’ı böyle okuduk” anlamına gelen ve artık
mümkün olduğunca akademisyenlerin çalışmalarına konu edilerek koruma
altına alınması gereken kültürel bir zenginliktir. Yoksa uluslar arası her türlü
bilgi alış-verişinin nihai derecede kolaylaştığı günümüzde, Arap ülkelerine
coğrafi olarak da bu kadar yakınken, milyonlarca Türk vatandaşına mahalli
Türk kıraatini esas alarak Kur’an öğretmeye devam etmek yanlıştır. Küreselleşmenin
akıl almaz bir hızla devam ettiği dünyamızda bu yanlış tercihte
ısrar etmek her gün biraz daha zorlaşacak ve anlamını yitirecektir. Diğer
taraftan bu ısrar, evrensel okuyuşun doğal çekiciliğine kapılan, ancak doğru
kıraat pratiğinin asgari seviyesini dahî yakalayamayan hatırı sayılır sayıdaki
bir kesimi, evrensel kıraat tarzını taklit etmek seçeneğiyle; üstelik yalnızca
kaset ve CD’lerle baş başa bıraktığı için ülkemizdeki Kur’an eğitimine zaten
yeterince hasar vermiştir.
GENEL DEĞERLENDİRME VE TEKLİFLER
Milli Eğitim Bakanlığının ve Diyanet İşleri Başkanlığının düzenledikleri
“Güzel Kur’an-ı Kerim Okuma”, “Güzel Ezan Okuma” ve “Hafızlık” yarış-
malarının “bölge” ve “Türkiye” finallerinde son dört-beş senedir jüri üyeliği
yapmaktayım. Aynı dönemde Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesindeki
tefsir derslerinin yanı sıra yoğun olarak Kur’an-ı Kerim dersleri de verdim.
Böylece öteden beri var olduğunu bildiğim bir sorunu daha yakından görme
imkânı elde ettim. Öyle ki, Türkiye finallerinde jüri üyeleri tarafından puan
kırma sebebi olarak görülen bazı ağız-dudak hareketlerinin ve ses kullanımlarının,
Suudi Arabistan’da gerçekleştirilen Dünya hafızlık yarışmasındaki
jüri üyeleri tarafından asgari şart olarak arandığını, hatta olumlu puan verilerek
ödüllendirildiğini bile yakinen müşahede ettim.
Türkiye’deki ilgili hemen her yarışma öncesi ya da sonrasında “Arap gibi
Kur’an okuyanların puanlarının kırılacağına” dair yargılarla bizzat karşılaş-
maktayım. Burada, Arapça bir metni Arap gibi okumanın övgü değil yergi
vesilesi olarak görülebildiğine özellikle dikkat çekmek istiyorum!
Halkımız tarafından Kur’an’ın gerek yüzünden okunmasının gerekse hıfzının
çok önemsendiği ve Diyanet İşleri Başkanlığının bütün gücüyle ihtiyacı
karşılamaya çalıştığı gözlenmektedir. Ancak, belki de bütün dünyada bu
konuda en fazla emek harcayan ülkeler arasında yer almamıza rağmen, çalışmaların
mahalli Türk okuyuşu esas alınarak yürütülmesi, bütün bu emeklerin
Türkiye dışında takdir görmesini engellemektedir. Hatta söz konusu
uluslar arası yarışmada, kasten mahalli bir okuyuşu tercih ettiğimizden ha-
Kur’an Kıraatinde Türklere Özgü Mahalli Okuyuş Sorunu 89
bersiz olan insanların “Türklerin ağız ve boğaz yapılarının Kur’an okumaya
elverişli olmadığı” yolundaki değerlendirmelerine üzülerek tanıklık ettim.10
Türkiye’deki bütün bu gayretlerle Türkiye dışında aynı alanda gerçekleş-
tirilen faaliyetler arasında çok önemli bir kaç fark daha bulunmaktadır. Öncelikle,
Türkiye Kur’an’ın manasını hiç anlamayan hafızlar yetiştirmektedir.
Konuştuğum birçok ülke temsilcisi Kur’an eğitimini mümkün olduğunca
Kur’an’ı anlayacak kadar bir Arapça öğretimi ile birlikte yürütmeye çalıştıklarını
belirttiler. Ülkemizde Kur’an’ı hiç anlamadan ezberleyen binlerce
hafızın bulunduğunu izah etmekte zaman zaman zorlandığımı itiraf etmeliyim.
Türk halkının, Kur’an’ı okumaya ve ezberlemeye bu kadar ehemmiyet
verdiği ve mesai harcadığı halde, yetiştirdiği hafızların onu anlamayışını
sorun etmemesi ciddi bir bilinçlenme ihtiyacının açık göstergesidir.11 Diğer
taraftan, Mustafa Akdemir’in hafızlık geleneğimize yönelttiği şu eleştirilere
hak vermemek mümkün değildir:
“Hafızlarımızın sayısı ve ezber kuvveti ile övünebiliriz belki ama şu donanım
zafiyetlerini göz ardı etmemeliyiz:
1. Bizim hafızlarımızın çoğu 114 sure tertibini bilmez.
2. Hafızlarımıza “Şu surenin başından başla!” dendiğinde; bocalar, ilk
ayetin hatırlatılmasını bekler.
3. Hafızlarımız şaşırdığı vakit, kendilerine “Ayeti baştan al!” dendiğinde;
zorlanır, hatırlatılmasını ister.
4. Hafızlarımızdan durak ve ayet sonlarında geçmeleri istendiğinde; ço-
ğunlukla son harekeyi verip geçemezler. Çünkü ezberlerini buralarda hep
durarak yapmışlardır, kimse onlara geçerek de okuyabilmeleri gerektiğini
söylememiştir. 6236 ayet sonu ve içerideki vakıf mahallerini hesapladığınızda,
kendisi ile iftihar ettiğimiz hafızlarımızın ezberlerinde binlerce harekenin
eksik olduğunu görürüz.”
Diyanet İşleri Başkanlığının öncülük edeceği uluslar arası geniş kapsamlı
bir çalıştay tertip edilerek bütün bu sorunların yerli-yabancı uzmanlarla mü-
zakeresi ve ortaya çıkacak bilimsel sonuçların Başkanlıkça dikkate alınması
yararlı olacaktır. Yine Türkiye’nin öteden beri tertip ettiği ulusal Kur’an
yarışmalarının yanı sıra uluslar arası yarışmalara ağırlık vermesi, bütün bu
sorunlarla doğrudan yüzleşmesine ve çözümler üretmesine yardım edecektir.
Gerek İlahiyat Fakülteleri, gerekse Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde

10 Mahalli okuyuşumuz yalnızca Arapların ya da Müslümanların dikkatini çekmemektedir. Oryantalist
Andrew Rippin Manisa’da dinlediği sabah ezanları için “Turkish-Pronounced Arabic” (Arapça’nın
Türkçe telaffuzu) tanımlamasıyla bu mahalliliğe vurgu yapmaktadır. Bkz. Andrew Rippin, Muslims,
Routledge, Londra-Newyork 1993, II. 1 11 Kıraat ilminin önde gelen isimlerinden İbnu’l-BennÊ (1117/1705) anlamı esas almayan Kur’an okuyuşunu
çok ağır bir dille eleştirmektedir. Bkz. İbnu’l-BennÊ , KitÊbu itÙÊfi fuÑalÊ i’l-beşer fÙ’lkırÊ
ati’l- arba‚ate ‚aşer, Ma÷ba‚atu’l-Êmira, 1285, s. 17-18
90 MEHMET AKİF KOÇ
sürdürülen Kur’an eğitiminde fem-i muhsin hüviyetini haiz Arap eğitmenlerden
yararlanılması sorunun çözümüne en anlamlı/makul/bilimsel katkıyı
sunacaktır. Aslında bu, ne hayâlî ne de nevzuhur bir tekliftir. Özgüven sorunu
hiç yaşamadığımız ve konuya salt ilmî bakabildiğimiz asırlar, benzer
uygulamalara yabancı değildir:
“Kânûnî Sultan Süleyman, Nâsıruddîn et-Tablâvî (ö.966/1558)’nin damadı
olan Ahmed el-Mesyerî (ö.1006/1597)’yi Mısır’dan İstanbul’a davet
etmiş ve bu iş için de sadrazam Sokullu Mehmet Paşa (ö.987/1579)’yı gö-
revlendirmiştir. Sokullu bu zâta Reîsü’l-Kurrâ’ unvanı vererek Eyüp Sultan
Camii’nde imâmete tayin etmiş ve cami yanındaki Dâru’l-Kurrâ’da müderrislikle
görevlendirmiştir. Eserleri ve yetiştirdikleri talebelerle ünlü Evliyâ
Muhammed Efendî (ö.1044/1634), Muhammed b. Ahmed el-‘Avfî (ö.
1050/1640) ve Dersiâm Muhammed Efendî (ö. 1054/1644) gibi Osmanlı
kıraat alimleri hep onun rahle-i tedrîsinde yetişmişlerdir. Yine Köprülü Fazıl
Mustafa Paşa Mısır’da vali olduğu sırada tanıdığı büyük kıraat alimi Ali elMensûrî
(ö.1134/1721)’yi sadrazam olunca İstanbul’a davet etmiş ve
Çemberlitaş’ta bulunan Köprülü Dâru’l-Hadîsi’nde ve Kütüphanesi’nde
görevlendirmiştir.”12
Bu makalede de ısrarla üzerinde durulduğu gibi, mademki Kur’an Arap-
ça’dır, o halde fem-i muhsin, kıraat ilminin gereklerini yerine getiren bir
Arap ya da onu aratmayacak kadar ona benzeyendir. Kur’ân “fem-i
muhsin”den öğrenilmelidir. Ülkemizin ilgili kurumları, bilimin ve aklın
onaylayacağı fem-i muhsin merkezli eğitimi tercih ettiğinde, teknolojinin
sunduğu imkânlardan yararlanarak Arap hafızların okuyuşlarını taklit etmeye
dayalı yaygın, ancak kıraat eğitiminin fem-i muhsin merkezli tabiatıyla mü-
tenasip olmayan, yanlış uygulamaların da önüne geçilmiş olacaktır.

Kaynakça
Akdemir, Mustafa, tah. Zubdetu’l-‚irfÊn, ‚Abdu’l-fettÊÙ PaluvÙ, Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, yayınlanmamış doktora tezi,
İstanbul 1999.
el-BuÛÊrÞ, ºaÙÙhu’l- BuÛÊrÞ, KitÊbu feÑÊ ili’l-¨ur Ên, (33), el-Kutubu’sitte,
DÊru’s-selÊm li’nneşri ve’t-tevzÙ‚, Riyad 2008.
¡uòarÙ, MaÙmød £alÞl, AÙkÊmu àırÊ ati'l-¨ur Êni'l-KerÙm, haz. MuÙammed
¼alÙa BilÊl, el-Mektebetü'l-Mekkiyye 1996.

12 Mustafa Akdemir, tah. Zubdetu’l-‚irfÊn, ‚Abdu’l-fettÊÙ PaluvÙ, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, yayınlanmamış doktora tezi, İstanbul 1999, (Türkçe Bölümü) s.27
Kur’an Kıraatinde Türklere Özgü Mahalli Okuyuş Sorunu 91
İbnu’l-BennÊ , KitÊbu itÙÊfi fuÑalÊ i’l-beşer fÙ’l-kırÊ ati’l- arba‚ate ‚aşer,
Ma÷ba‚atu’l-Êmira, 1285.
İbnu’l-CezerÞ, en-Neşr fi’l-àırÊ ati’l-aşr, Ma÷ba‚atu’t-tevfÙà, Dımeşk 1345.
Karaçam İsmail, Kur’ân-ı Kerîm’in Faziletleri ve Okunma kaideleri, Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2009.
el-¨ur÷ubÞ, El-CÊmi‚ li aÙkÊmi’l-¨ur Ên, DÊru’l-kutubi’l-‚ilmiyye, Beyrut
1988.
Rippin, Andrew, Muslims, Routledge, Londra-Newyork 1993.
Sağman, Ali Rıza, Mevlid Nasıl Okunur? Ve Mevlidhanlar, Fakülteler Matbaası,
İstanbul 1951.
İlâveli Yeni Sağman Tecvidi, Ahmed Said Matbaası, İstanbul 1958.

Konular