Medreseden Üniversiteye

Medreseden Üniversiteye
Doç. Dr. Zeki Salih Zengin
Atıf / ©- Zengin, Z. S. (2008). Medreseden Üniversiteye, Çukurova Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 8 (2), 211-221. §§§
Ülkemizde sayısı yüzü aşan üniversitelerimizin, birçok problemleri ile birlikte, hem
sayı hem de nitelik olarak gelişme gösterdikleri görülmektedir. Türkiye’de ilk defa
“Darülfünûn” adı ile Tanzimat döneminde açılan üniversitenin yaklaşık 150 yıllık
serencâmının bilinmesi sadece tarihî bir merakın giderilmesinin ötesinde, bu alanda
katedilen mesafenin bilinmesi ve birtakım derslerin çıkartılması açısından da önemlidir.
Konuyu ele alırken tarihi süreci takip etmemiz gerekmektedir. Bu nedenle öncelikle
medresenin ne olduğu meselesini açıklığa kavuşturduktan sonra, üniversiteye geçiş hakkında
bilgi vermeyi, sonuç olarak da her iki kurumu genel özellikleri ile karşılaştırmayı planlıyoruz.
Medrese, İslam dünyasında orta ve yüksek dereceli örgün eğitimin yapıldığı kurumdur.
İslam dünyasında, daha önce mescit merkezli olarak gerçekleştirilen eğitim faaliyetlerinin
örgün nitelik kazanması, vakıflarla desteklenen medreselerin kurulmaya başlaması ve
bunların XI. asırdan itibaren yaygınlaşmasından sonra söz konusu olmuştur. 1067 yılında
 Bu çalışma 6 Mart 2009 tarihinde Türk Ocakları Genel Merkezi tarafından Gazi Üniversitesi’nde
düzenlenen “Üniversite, Bilim ve Toplum” adlı sempozyumda bildiri olarak sunulmuştur.
Medreseden Üniversiteye
212
Bağdat Nizamiyesi’nin kuruluşundan sonra hızla yayılan medreseler, özellikle Anadolu
Selçuklu ve Osmanlı medreseleri için model olmuştur.
İlk dönem Osmanlı medreseleri, daha önce Anadolu'da Selçuklular döneminde kurulan
medreselerin devamı olarak kabul edilebilir1
. Fatih (1451-1481) döneminden itibaren
medrese tesis faaliyeti hız kazanmış ve yeni başkentte Sahn-ı Seman adı ile dönemin en
büyük medreseleri inşâ edilmiştir. Külliye içerisinde yüksek tahsil için kurulan sekiz medresenin
yanı sıra, bunlara talebe yetiştirecek ayrıca sekiz medreseye (Mûsıla-i Sahn veya
Tetimme) yer verilmiştir2
. Osmanlılarda geniş çaplı diğer bir medrese kurma faaliyeti Kanunî
(1520-1566) devrinde gerçekleşmiş, sonraki yıllarda da bu faaliyet devam etmiştir3
. Başta Arapça ve Mantık olmak üzere Tefsir, Fıkıh, Hadis, Kelam gibi din ilimleri
medrese öğretim programları içerisinde yer almıştır. Medreselerde okutulan ilimler genel
olarak naklî/aklî veya mekâsıt/âlet gibi kısımlara ayrılmışlardır4
. Naklî ve mekâsıt ilimleri,
kaynağı vahye dayalı Tefsir, Hadis, Fıkıh ilimleridir. Aklî ve âlet ilimleri ise naklî/mekâsıt
ilimlerine ulaşmaya veya kavramaya vasıta olan müşâhede ve mantıkî muhâkemeye dayanan
Hikmet, Heyet, Hesap, Hendese ile Kelam, Arapça ve Mantık gibi ilimlerdir. Medrese
öğretiminde ihtisaslaşma daha çok Tıp, Hadis ve Kıraat alanlarında görülmektedir.
1 Şehabeddin Tekindağ, “Medrese Dönemi”, Cumhuriyetin 50. Yılında İstanbul Üniversitesi, İstanbul
1973, s. 11; Cahit Baltacı, XV. XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, Eser Matbaası, İstanbul
1976, s. 15; A. Yaşar Ocak, “İbn Kemal’in Yaşadığı XV. ve XVI. Asırlar Türkiye’sinde İlim ve Fikir
Hayatı”, Din Öğretimi Dergisi, Sayı: 32, Ankara 1992, s. 66. 2 Fatih külliyesi hakkında geniş bilgi için, Bkz. Fahri Unan, Kuruluşundan Günümüze Fatih Külliyesi,
TTK Yay., Ankara 2003. 3 Sadece Mimar Sinan, değişik şehirlerde 74 medrese ve 8 dârü'l-kurrâ inşâ etmiştir. Bkz. Zeynep
Ahunbay, “Mimar Sinan’ın Eğitim Yapıları”, Mimarbaşı Koca Sinan Yaşadığı Çağ ve Eserleri I, İstanbul
1988, s. 239-310; C. Baltacı’nın çalışmasında, ilgili dönemde 336 medresenin varlığı tespit
edilmektedir. Başka bir çalışmada ise Orhan Gazi (1326 - 1359) devrinden Kanunî devri sonuna
kadar 333 medresenin inşa edildiği görülmektedir. Bkz. Yıldız Ötüken, “Orhan Gazi (1326- 1359) Devrinden Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) Devrinin Sonuna Kadar Osmanlı Medreseleri",
In Memorian Albert Lewis Gabriel, Erzurum 1978, s. 337-363. XVII. asrın ortalarına ait bir
belgeye göre ise Rumeli ve İstanbul'da toplam 292 medrese bulunmaktadır. Bkz. Kemal Özergin,
“Eski Bir Rûznameye Göre İstanbul ve Rumeli Medreseleri”, Tarih Enstitüsü Dergisi, Sayı: 4- 5’den ayrıbasım, Edebiyat Fak. Matbaası, İstanbul 1974, s. 275-287. 4 Mustafa L. Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, Edebiyat Fak. Basımevi, İstanbul 1984, s. 42.
Doç. Dr. Zeki Salih ZENGİN
213
Her ne kadar Tıp eğitimi için müstakil olarak kurulan medreseler daima var olmuş
ise de Tıp dışında kalan Matematik ve Fen ilimleri, daha çok medrese dışındaki ortamlarda
öğretim konusu olmuştur. Anadolu Selçukluları döneminde Astronomi öğretimi de yapılan
birkaç medrese bulunmaktadır5
; ancak bunların sonraki dönemde gelişmedikleri görülmektedir.
Belirttiğimiz gibi Fen ve Matematik ilimleri medrese programlarında yer almış; ancak
bu ilimlerin öğretimi daha sınırlı olmuştur6
. Bu ilimlere programda yer verilmesi, söz konusu
alanların namaz ve oruç gibi ibadet vakitlerinin belirlenmesi veya miras taksimi (ferâiz) veya
arazi davaları gibi hukuki alanda duyulan ihtiyacın karşılanması ile ilgilidir. Genel anlamda
bu ilimlerin gelişmesi medrese dışında, şahsî ilgi ve çabaya bağlı kalmıştır.
Kuruluş amaçları arasında ehl-i sünnet itikadının savunulması da yer alan medresenin
asıl öğretim alanı, başından itibaren Fıkıh/İslam Hukuku olmuştur7
. Devletin dayandığı
hukuk sisteminin din menşeli olması, doğal olarak medreseleri devlet hizmetinde ve özellikle
hukukî görevlerde istihdam edilecek personelin yetiştiği bir kaynak haline getirmiştir.
Resmî sıfatı haiz ulemanın idarecilerle iç içe geçen ilişkileri, zamanla hem ilmî performanslarının
düşmesine hem de ilmî faaliyetler üzerindeki resmi idarenin kontrolünün artmasına
neden olmuştur. Ayrıca, XVI. asırdan itibaren sosyal, ekonomik ve askerî alanlardaki deği-
şiklikler, kültürel ortamın zayıflaması, medreselerde disiplinin bozulması ve medrese merkezli
ilim faaliyetlerinin verimsizleşmesi sonucunu doğurmuştur8
.
5 Kütahya’daki Vacidiye Medresesi ve Kırşehir’deki Caca Bey Medresesinde Astronomi öğretimi
yapıldığı bilinmektedir. Bkz. Aydın Sayılı, “Vâcidiye Medresesi”, Belleten XII/47, s. 655-666; Ahmet
Temir, Kırşehir Emiri Caca Oğlu Nur El-Din’in 1272 Tarihli Arapça-Moğolca Vakfiyesi, TTK
Basımevi, Ankara 1989. Taşköprülü-zade, Vacidiye Medresesine adını veren Molla Abdülvacid
b. Mehmet’in usturlab ilmi ile ilgili manzum bir kitabının olduğundan bahsetmektedir. Bkz. Taş-
köprülü-zade, Osmanlı Bilginleri, Çev.: Muharrem Tan, İz Yay., İstanbul 2007, s. 60. 6 Sayılı, Aydın, “Ortaçağ İslam Dünyasındaki İlmî Çalışma Temposundaki Ağırlaşmanın Bazı
Temel Sebepleri (Avrupa İle Mukayase)”, Araştırma DTCF Felsefe Araştırmaları Dergisi I, Ankara
1963, s. 34; Sayılı, Aydın, “Üçüncü Murad’ın İstanbul Rasathanesindeki Mücessem Yer Küresi
ve Avrupa İle Kültürel Temaslar”, Belleten XXV/97-100, s. 425-426. 7 George Makdisi, Ortaçağ’da Yüksek Öğretim, Gelenek Yay., Çev.: Ali Hakan Çavuşoğlu/Hasan
Tuncay Başoğlu, s. 47; Kenan Yakuboğlu, Osmanlı Medrese Eğitimi ve Felsefesi, Gökkubbe
Yay., İstanbul 2006, s. 17-21. 8 Krş. Fahri Unan, Kuruluşundan Günümüze Fatih Külliyesi, TTK Basımevi, Ankara 2003, s. 9,
380-392; Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, Cem Yay., İstanbul 1995, s.
Medreseden Üniversiteye
214
Diğer taraftan bilim zihniyetinin, hür düşünceden çok otoritelere dayalı mevcut bilginin
anlaşılması ve aktarılmasına dayalı olması, medreseyi zamanla gelişmeler karşısında
daha statik bir yapıya büründürmüştür. Medrese, yeni bilginin üretilmesinden çok, mevcut
bilginin aktarılması hukuk, öğretim ve din hizmetleri alanında kullanılması ve bu dönüşü-
mün devamını sağlayacak öğretim kadrosunun yetiştirilmesi görevini yerine getirmiştir.
Şüphesiz, mevcut bilginin bütün yönleri ile toplumsal hayatın ahenkli devamına imkan
sağlamak üzere kullanılması bir zarûret ve ihtiyacın doğal sonucudur; ancak özellikle
yüksek dereceli eğitim kurumlarının bunun ötesine geçerek yeni bilgiler üretmesi, içinde
yaşanan dünyadaki gelişmeleri takip etmesi ve ayak uydurması da mutlaka gereklidir. İşte
Osmanlı eğitim sisteminin ana ve temel gövdesi olan medresenin ve bu kurumun hem
varlığını sürdürmesini sağlayan hem de ürünü olan ulemanın bu noktada yetersiz kaldıkları,
gelişmeler karşısında gerekli refleksi zamanında ve doğru olarak gösteremedikleri anlaşılmaktadır.
Osmanlı Devleti’nin gerileme sürecine girdiği dönemde özellikle Avrupa’daki bilimsel
gelişmelere bakıldığında buradaki gelişmelerin bütün ve kapsamlı olarak takip edilemediği,
takibin daha çok pratik amaçlı teknoloji transferi biçiminde gerçekleştiği, tekniğin ardındaki
bilimsel bilgi ve yaklaşımın ise göz ardı edildiği görülmektedir9
. XVIII. asrın ortalarına doğru
(1733) Hendesehane ve daha sonra önce deniz (1773) sonra da kara (1793) mühendishanelerinin
açılması ile düzenli fen eğitimi başlamış, böylece Batıda bu alandaki gelişmeler
daha sistemli takip edilmeye başlamıştır. Tanzimat öncesinde açılan modern eğitim kurumları
askerî, teknik ve tıp alanları ile sınırlı kalmıştır.
Tanzimat dönemi, genel çizgisi itibarıyla gelenek yok edilmeden, geleneksel yapı-
dan modern yapıya geçiş çabasını ifade etmektedir. Bu özelliği ile Tanzimat, devletin varlı-
ğını sürdürebilmek adına gerçekleştirdiği bir çözüm arayışıdır. Hiç şüphesiz eğitim, bu
atılım içerisinde çok önemli bir alanı oluşturmaktadır. Tanzimat Fermanı içerisinde eğitim
153-282; Zengin, Z. Salih, “Osmanlı Medreselerindeki Gerilemenin Sebep ve Sonuçları Üzerine
Bir Değerlendirme”, Vakıflar Dergisi, Sayı: XXVI, Ankara 1997, s. 401-409. 9 Ekmeleddin İhsanoğlu, “Tanzimat Öncesi ve Tanzimat Dönemi Osmanlı Bilim ve Eğitim Anlayı-
şı”, 150. Yılında Tanzimat, TTK Basımevi, Ankara 1992, s. 336-338, 359.
Doç. Dr. Zeki Salih ZENGİN
215
konusu yer almasa da idari mekanizma, sözü edilen değişiminin gerçekleşmesinin öncelikle
eğitim aracılığı ile mümkün olabileceğinin farkındadır. Bu nedenle eğitim, dönemin başından
itibaren üzerinde durulan temel konular arasında yer almıştır. 1845 yılında oluşturulan
Geçici Maarif Meclisi’nin bu konuda aldığı ana kararlardan birisi de İstanbul’da bir
Darülfünûn açılması olmuştur. Kararın ardından, Darülfünûn binasının inşasına başlanmış,
okutulacak dersler için gerekli kitapların hazırlanması amacı ile 1851 yılında Encümen-i
Dâniş kurulmuş, Darülfünûn’a hoca olarak yetiştirilmek üzere Fransa’ya talebe gönderilmiş-
tir10. 1863 yılında halka açık derslerle faaliyete başlayan Darülfünun, binasının yanması
nedeniyle birkaç yıl sonra kapanmıştır. 1870 yılındaki ikinci girişim de netice vermeyince
1874 yılında Galatasaray Sultanisi içerisinde tekrar faaliyete geçmiş; ancak bu girişim de
uzun ömürlü olmamıştır11
. Tanzimat döneminde kurulan “Darülfünûn”, eğitim tarihimiz içerisinde kavram olarak
ilk defa yer almaktadır. Günümüzdeki “üniversite” yerine kullanılan ve “Fenler Evi” anlamına
gelen Darülfünûn, sanat, hüner, maharet anlamlarına gelen fen kelimesinin XIX. asırda
kazandığı “müşahede ve ispata dayalı bilimler” anlamına da bağlı olarak, medrese dışında,
bilimsel metotlara dayalı öğretim ve araştırmaların yapılabileceği bir yüksek öğretim kurumu
oluşturma çabalarının sonucu olarak değerlendirilebilir 12 . Kurumun adı Darülfünûn
olarak belirlenirken, daha önce sıklıkla birlikte kullanılan ve benzer anlamlara gelen ilim ve
fen kelimelerinden fennin tercih edilmesinde, bu kelimeye müşahede ve ispata dayalı bilgiler
anlamı yanı sıra sanayi/teknoloji anlamının da yüklenerek diğeri ile arasındaki ayırımın
belirginleştirilmesinin etkili olduğu anlaşılmaktadır. Ali Suavi her iki kelimeyi tanımlarken,
10 Mehmet Ali Aynî, Darülfünun Tarihi, Haz.: Metin Hasırcı, Pınar Yay., Ankara 1995, s. 38-40;
Mahmut Cevad, Maârif-i Umûmiye Nezâreti Tarihçe-i Teşkilat ve İcraatı, s. 47-57, 64. 11 Ekmeleddin İhsanoğlu, “Darülfünûn Tarihçesine Giriş İlk İki Teşebbüs”, Belleten LIV/210, Ağustos
1999, s. 699-738; Ekmeleddin İhsanoğlu, “Tanzimat Döneminde İstanbul’da Darülfünûn Kurma
Teşebbüsleri”, 150. Yılında Tanzimat, TTK Yay., Ankara 1992, s. 421-424; Ekmeleddin
İhsanoğlu, “Darülfünun Tarihçesine Giriş (II) Üçüncü Teşebbüs: Darülfünun-ı Sultani”, Belleten
LVII/218, s. 201-239. 12 Bkz. Ekmeleddin İhsanoğlu, “Dârülfünûn Tarihçesine Giriş İlk İki Teşebbüs, Belleten LIV/210, s.
699; İsmail Doğan, Tanzimat’ın İki Ucu: Münif Paşa ve Ali Suavi) (Sosyo-Pedagojik Bir Karşılaş-
tırma), İz Yay., İstanbul 1991, s. 385.
Medreseden Üniversiteye
216
aralarındaki farkı daha belirgin hale getirmektedir: “Ulûm, burhanlar (apaçık deliller) ile ispat
olunmuş idrâkât(algılar)dır. Fünûn, kavâid-i mahsûsa (özel kurallar) ile eşyaya dair bilgilerdir.
Buna göre ulûm hesap, hendese, cebir, maani, mantık, şiir, resim ve musıki gibilerdir.
Fünûn ise sanayi (teknoloji/endüstri)dir”13. Bu tanım dikkate alındığında ilmin daha çok
teorik bilgiyi, fennin ise bilginin uygulamaya dönük yönünü ifade ettiğini ileri sürmek mümkündür.
Darülfünûn, kuruluşuna karar verilen belgede, teb’a içerisinde herhangi bir ayırım
söz konusu olmaksızın, ilim ve fenler alanında bilgi sahibi olmak ve resmî dairelerde çalış-
mak isteyenlerin gerekli bilgileri elde edebileceği bir merkez olarak tanımlanmaktadır14
. Daha çok devlet hizmetinde çalışacakların niteliklerinin artırılması amacını taşıyan bu yaklaşımın,
sonraları genişleyerek bilimsel çalışmayı ön plana aldığı anlaşılmaktadır. Nitekim
1874 yılında üçüncü kez Galatasaray Sultanisi içerisinde açılan Darülfünûn-ı Sultanî’nin
kuruluşu ile görevlendirilen Sava Paşa, Avrupa’daki Üniversite’ye karşılık geldiğini belirttiği
Darülfünûnu “Akl-ı insanın idrak edebileceği bilcümle mâlûmâtın ta’lim ve teallüm ettirildiği
mahal” olarak tarif etmektedir15. Aynı dönemde, eğitim alanındaki yenilikler hakkında alınan
kararlarda da benzer şekilde bilginin, eğitimin ve bunların yaygınlaştırılmasının önemi üzerinde
sıkça durulduğuna bakıldığında, Darülfünûn’un bu amacın gerçekleştirilmesine hizmet
eden kurumlardan birisi olarak kabul edildiği anlaşılmaktadır.
Darülfünûn’un sürekli ve düzenli bir yapı içerisinde çalışmaya başlaması, kurulması-
na karar verilmesinden ancak yarım asır sonra 1900 yılında mümkün olabilmiştir.
Darülfünûn-ı Şâhâne adıyla yeniden açılan üniversitenin nizamnamesine göre Ulûm-ı Âliyei
Diniye, Ulûm-ı Riyaziye ve Ulûm-ı Edebiye olmak üzere üç şubesi bulunmaktadır16. 1908
13 Bkz. İsmail Doğan, Tanzimat’ın İki Ucu: Münif Paşa ve Ali Suavi) (Sosyo-Pedagojik Bir Karşılaş-
tırma), s. 298-299; İsmail Doğan, “Osmanlı Bilimsel Topluluklarının Türkiye’deki Bilim Eğitimine
Etkileri”, Değişen Türkiye’de Bilim ve Eğitim, İmaj Yay., Ankara 1997, s. 74. 14 Mahmut Cevad, Maârif-i Umûmiye Nezâreti Tarihçe-i Teşkilat ve İcraatı, s. 22. 15 Bkz. Sava Paşa, Mekâtib-i Âliye-i Fenniye Yani Darülfünûn-ı Sultani’nin Nizamname-i Dahiliyesi
Dürûs Cetvelidir, İstanbul 1293 (1877), s. 4. 16 “Darülfünûn-ı Şahane Nizamnamesi”, 18 Rebiülahir 1318/1 Ağustos 1316 (15 Ağustos 1900),
Düstur VII, Birinci Tertip, Başvekalet Devlet Matbaası, Ankara 1941, s. 659-664.
Doç. Dr. Zeki Salih ZENGİN
217
yılında bunlara Hukuk ve Tıp Fakülteleri de eklenmiş ve bu yapı 1933 yılına kadar varlığını
devam ettirmiştir17
. Tarihi süreci ile ilgili olarak kısa ve özlü bilgiler vermeye çalıştığımız medrese ve Darülfünun’un
bilim anlayışı, program ve idari açılardan karşılaştırılmasına da temas etmemiz
gerekmektedir.
Şunu belirtmemizde yarar vardır ki, üniversite bir yüksek öğretim kurumu olarak ele
alındığında genel anlamda İslam dünyasında, özel anlamda da Osmanlı Türkiyesi’nde
yüksek öğretim kurumları vardır. Her ne kadar medrese orta dereceli eğitimi de kapsamakta
ise de belirli basamaklarında yüksek dereceli eğitimin yapıldığı ortadadır. Diğer taraftan
Tanzimat’tan bir asır öncesinden itibaren medrese dışında yüksek eğitimin yapıldığı kurumların
da var olduğunu biliyoruz. Bu itibarla üniversite, ülkemizde yüksek eğitimin yapıldığı ilk
kurum değildir. Bununla birlikte üniversite, yüksek eğitim kurumu olmasının dışında birtakım
özellikler taşımaktadır ve bu özellikleri itibarıyla da o dönemde bizde var olan yüksek
eğitim kurumlarından ayrışmaktadır.
Her iki kurum da ortaya çıkış itibarıyla dînî özellikler taşımaktadır. Ancak, benzerlikleri
olmakla birlikte ortaya çıkışları, tarihî gelişimleri ve yapılarına bakıldığında medrese ve
üniversiteler arasında önemli farklılıkların olduğu da görülmektedir. Medreselerde din merkezli
eğitim yapılırken, Avrupa’daki üniversiteler, başlangıçta kilise okullarına dayanmakla
birlikte, XIII. asırdan itibaren bu kurumlar ilmî-idarî yapılanma, çalışma alanları ve bilimsel
anlayış açılarından farklı bir gelişim göstermiş, eğitim din merkezli olmaktan çıkarak, din
ilimleri ile birlikte diğer alanlara da yer verilen yüksek öğretim kurumları olarak gelişmişlerdir.
Yine üniversiteler hoca ve öğrenci birlikleri etrafında, siyasi otoriteden olabildiğince
uzak kalmaya çalışan bağımsız bilimsel kuruluşlar olarak gelişirken, medreselerin resmi
kurumlara olan bağımlılığı daima var olmuştur. Öte yandan üniversiteler aynı zamanda
Avrupa’da gelişen bilimsel düşüncenin hem üretildiği hem de uygulandığı kurumlar olmuş
iken medrese geleneksel düşünce yapısını son döneme kadar yaşatmaya devam etmiştir.
17 M. Ali Aynî, Darülfünun Tarihi, Hazırlayan: Metin Hasırcı, Pınar Yay., Ankara 1995, s. 62, 75, 81.
Bu dönemde 1915-1924 yılları arasında Darülfünun’da İlahiyat Fakültesi yer almamıştır.
Medreseden Üniversiteye
218
Bu yapısal farklılıklara bakıldığında Üniversite, Batıda kendi dinamikleri ile tekamü-
lün sonucu, bizde ise ithal ve devşirme bir kurum karakterini taşımaktadır. Osmanlının
gerileme yıllarından itibaren özellikle önce teknik bilgi ve teknoloji ardından da eğitim kurumları
benzer yaklaşımla aktarılmıştır. Nitekim Tanzimat dönemindeki eğitim sisteminin de
Batı modeline göre düzenlendiği bilinmektedir. Ancak, kültürel etkileşim, bilimin evrenselliği
ve gelişmelere kapalı olmamak gibi açılardan doğal kabul edilmesi gereken bu yapının yeni
bünyeye intibakı belirli bir zamanı gerektirmiştir.
Medreseden üniversiteye geçerken hem genel eğitim hem de yüksek öğretim aşaması
için dikkati çeken ana hususlardan birisi de eğitim yapısının kurumsallaşmış, başka
bir ifade ile sistemleşmiş olmasıdır. Medrese eğitiminde ya da geleneksel eğitim anlayışında
merkezde kurum değil âlim/hoca bulunmaktadır18. Yine bu anlayışa bağlı olarak eğitimin
devamı, öğrencinin hangi alana yönlendirileceği ve tahsilin sona ermesinin belgelenmesi
hususlarında da hocanın belirleyici etkisi vardır. İcâzetin verilmesi tamamen hocanın kararı
ve aynı zamanda sorumluluğu altındadır. Yine ders programlarının belirlenmesinde talebenin
ve hocanın gelenek çerçevesinde inisiyatifi esastır. Nitekim, II. Meşrutiyet döneminde
1914 yılına kadar medreseler için hazırlanmış belirli bir programın olmadığı, hangi ilimlerin
okunacağının gelenek çerçevesinde belirlendiğini görüyoruz. Daha çok âlim biyografilerinde
ya da diğer belgelerde bu konuda verilen bilgilerin farklılık taşımasının nedeni de gelenekle
beraber şahsî tercihin ön planda olmasıdır.
Üniversitenin kurulması ile yüksek öğretimin belirli alanlara ayrılarak, branş eğitiminin
çok daha açık biçimde yapıldığı görülmektedir. Medresedeki ilim anlayışı belirli bir alanda
uzmanlaşmaya dayalı olmaktan daha çok, âlimin her konuda (ansiklopedik) bilgi sahibi
olması gerektiği şeklindedir. Ancak zaman içerisinde bilgi birikimindeki artış belirli alanlarda
uzmanlaşmayı ve çalışmaların metodik olarak yapılmasını zarûri hale getirmiştir. Üniversitenin
kurulması ile yüksek öğretim belirli alanlara ayrılmış, böylece bu alanlarda derinlemesine
eğitim ve araştırma yapılmasına imkan sağlanmıştır.
18 Krş. Fahri Unan, “Osmanlı Medreselerinde Din Eğitimi ve Öğretimi”, Türkiye’de Din Eğitimi ve
Öğretimi, Türk Yurdu Yay., Ankara 1999, s. 187, 191.
Doç. Dr. Zeki Salih ZENGİN
219
Üniversite ile birlikte alan eğitimi ön plana alındığından, medrese programında yer
almayan Tarih, Türk Edebiyatı, İktisat, İdari Bilimler gibi alanlarda hem öğretim hem de
bilimsel yöntemlerle araştırma yapma imkanı ortaya çıkmıştır. Diğer taraftan medrese programında
yer alan ancak üzerinde derinlemesine çalışmaların yapılabilmesi şahsi çabaya
münhasır olan Matematik ve Fen ilimleri de üniversite yapısı ile gelişme imkanına kavuş-
muştur. Her ne kadar medrese döneminde Fen bilimleri üzerinde çalışma yapılmadığı ve
bu ilimlerden habersiz olunduğu iddia edilemez ise de bu sahadaki çalışmaların şahsî ilgi
ve çabaya bağlı olması, sistemli, sürekli ve metodik olmaması düzenli bir gelişim ve ilerlemeyi
getirmemiştir.
Hukuk eğitimine gelince, esasen medresede hukuk eğitimi zaten var ise de Tanzimat’tan
sonra hukuk sisteminin Batı hukukuna göre düzenlenmeye başlaması neticesinde
şer’i hukukun etkinlik alanının iyice kısıtlanmış olması, hukuk eğitimi için farklı bir kurumu
gerekli kılmıştır. Bu nedenle önce 1874 yılında Galatasaray Sultanisi bünyesinde açılan
Darülfünûn içerisinde, 1880 yılında ise müstakil olarak bir Hukuk Mektebi kurulmuştur.
Dolayısıyla üniversite hem yeni öğretim alanlarının yüksek öğretim kapsamına girmesine
hem de medresede mevcut öğretim alanlarında daha etkili ve verimli öğretim ve araştırmalar
yapılmasına zemin hazırlamıştır.
Medreseden üniversiteye geçişte, klasik medrese yapısı özelliklerini önemli ölçüde
kaybetmiştir. Medrese artık din bilimlerinin öğretimini ve kısmen de özel hukuka dair görevleri
yerine getiren kadı ve naiblerin yetiştiği kurum haline gelmiştir. Hatta Darülfünûn II.
Abdülhamit yıllarındaki gelişim sürecinde bu fonksiyonunu da kaybetme durumu ile karşı
karşıya kalmıştır. İlahiyat öğretiminin üniversite içerisine girmesi, din bilimleri üzerinde
yapılan çalışmalarda da metodik gelişmeleri doğurmuştur. Din dışındaki öğretim alanı ise
tamamen medrese dışına çıkmıştır.
Bütün eksikliğine rağmen yüksek öğretim ve teknik alanlar da dahil eğitim kurumlarının
gelişmesinde, en azından ilk zamanlarda, medrese mensuplarının belirli derecede
Medreseden Üniversiteye
220
katkıları olmuştur19. Darülfünûn’un kuruluşu, genel eğitim alanındaki gelişmelerin dışında
değil, onun bir parçasıdır. Ulema bu gelişimin karşısında olmadığı gibi dışında da kalmamıştır.
Eksik ve yetersiz de olsa o dönemde aydın kesimin kaynağı medresedir. Nitekim
medresede yetişen A. Cevdet Paşa Darulmuallimîn’in kuruluşunda görev almıştır.
Darülfünûn da dahil birçok yüksek dereceli mektebin talebesi medreselidir. Hatta bu durum
1924 yılında yeni İlahiyat Fakültesi kurulduktan sonra da devam etmiştir. Ayrılan medrese
talebeleri başta Hukuk Fakültesi olmak üzere diğer fakültelere kayıt yaptırmıştır. Bütün
bunlara bakıldığında geleneksel eğitim kurumu olan medrese mensuplarından eğitimdeki
yeniliğe karşı çıkanlar olmuştur; ancak bu karşıtlığı ulemanın tamamına genelleştirmek
doğru değildir. Karşıtlığın önemli bir nedeni, çağın akımı pozitivist anlayışın bu yeni kurumlarda
boy göstermiş olmasıdır.
Diğer taraftan her iki kurumu karşılaştırırken şu hususa da dikkat çekmekte yarar
bulunmaktadır ki, Osmanlı medreselerinde de yaşayan geleneksel ilim ve eğitim anlayışı
din temellidir. Bu nedenle hem bilginin kaynağı hem de bu bilginin geliştirilmesi ve aktarılmasında
mutlaka ilahi olanla bağlantı kurulmuştur. Böyle bir anlayış içerisinde ilimlerin din
ilimleri ve bunun dışındakiler biçimindeki ayırım aslında sadece çalışma alanlarının farklılıklarını
ve çeşitliliğini ifade etmektedir. Din ilimleri ilahiyat alanını konu alan ilimlerdir. Buna
karşılık her ne kadar fen, matematik, sosyal ilimler vs. doğrudan ilahiyat ile ilgili değil ise de
onun anlaşılması ve yorumlanmasında vazgeçilemez özellikler taşımalarının yanında Allahın
ilminin yansımaları olarak kabul edilmektedir. Sonuç itibarıyla ilimler arasında bir bağ-
lantı ve bütünlük kurulmuş olmaktadır. Aynı bütünlüğün, Batı’da özellikle üniversitenin
geliştiği Reform çağında din aleyhine bozulmaya başladığı bilinmektedir. Bizdeki yeni eğitim
kurumlarına gösterilen direncin bir nedeninin de bu noktada aranması gerektiği düşüncesindeyiz.
Türkiye’de üniversitenin kurulmasından bu yana geçen yaklaşık 150 senelik sürece
bakıldığında inişli-çıkışlı dönemlerin olduğu ve kimi zaman kesintilerin yaşandığı; ancak
önemli adımların atıldığı görülmektedir. Bütün bu girişimlerin meyveleri II. Abdülhamit,
19 Ekmeleddin İhsanoğlu, , “Tanzimat Öncesi ve Tanzimat Dönemi Osmanlı Bilim ve Eğitim Anlayı-
şı”, 150. Yılında Tanzimat, TTK Basımevi, Ankara 1992, s. 348, 366-367.
Doç. Dr. Zeki Salih ZENGİN
221
özellikle de Cumhuriyet döneminde alınmaya başlamıştır. Önümüzdeki süreçte gelişimin
daha ileri ve evrensel boyutta gerçekleşeceğini ümit ediyoruz.

Konular