Nahivcilerle Belagatçıların Me‘ânî Konularına Yaklaşımları ve Bunların Mukayesesi

Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Dergisi
2014/1 yıl: 5 cilt: V sayı: 9
Nahivcilerle Belagatçıların Me‘ânî Konularına Yaklaşımları
ve Bunların Mukayesesi
Emrullah ÜLGEN*
Özet
Nahivcilerin ve belagatçıların dilsel konularda kendilerine ve yetiştikleri ekole özgü
yaklaşım biçimleri, bu alanda farklı yorum ve değerlendirmelerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Her iki gruba göre dilbilimin amacı, dilsel olguları anlaşılır kılmak ve
bu olguları en doğru bir biçimde muhataba ulaştırmaktır. Her ne kadar iki grup, gayede
hemfikir olsalar da gerek yöntem bakımından gerekse dilsel araçlar yönüyle aralarında
bazı farklılıklar vardır. Nahivciler, cümleyi oluşturan birimler arasında gramatik ilişkileri
öncelerken belagatçılar retorik açıklamaları öncelemektedirler.
Anahtar Kelimeler: nahivciler, belagatçılar, nahiv, retorik açıklamalar, dilbilim
The Aproach of Arabic Linguists and Rhetoricians in The
Me‘ānī and Comparison of These
Abstract
The unique approach format of Arabic linguists and rhetoricians leads to emergence
of a lot of different interpretations and assessment about linguistic issues. Actually, the
efforts of both groups in explaining the linguistic phenomena occur in the order of the
words composing the sentence and in the axis of the meaning. Even though both groups
agree on the goals, they have some differences in point of both methodological and
linguistic instruments. While Arabic linguists give priority to grammatical relationships
among the elements composing the sentence, the rhetoricians give priority to rhetorical
explanation.
Key Words: Arabic Linguists, rhetoricians, sentax, rhetorical explanation,
linguistik
* Yrd. Doç. Dr., Şırnak Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Arap Dili ve Belagatı A.B.D.
eulgen230@hotmail.com
Nahivcilerle Belagatçıların Me‘ânî Konularına Yaklaşımları ve Bunların Mukayesesi
10
Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Dergisi
Giriş
Belagat ilmi ile ilgili bazı konular, ilk dönemlerden itibaren dağınık bir biçimde de olsa dilbilimsel kaynaklarda yer almaktaydı. Nahiv âlimleri, kitaplarında bu
konularla ilgili çeşitli yorum ve değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Bu nedenle
nahiv ve belagat ilimleri arasında birtakım ortak noktalar bulunmaktadır. Özellikle belagat ilminin üç ana unsurundan biri olan me‘ânînin başlıkları arasında yer
alan müsned ve müsnedün ileyhin durumları, fasl-vasl, kasr, hazf, takdîm-tehîr
gibi birçok konuyu aynı ya da farklı başlıklar halinde nahiv kaynaklarında görmek
mümkündür. Mesela kasr; nahiv ilmine özgü atıf, nefy ve istisnâ harflerinin farklı
kullanımlarıyla doğrudan ilişkili bir konudur. Vasl-fasl ise te’kîd, bedel gibi nahve
özgü diğer başlıklarla iç içe bir konudur.
Günümüze ulaşan ilk nahiv kitabı olarak kabul edilen Sîbeveyh’in (ö. 180/796)
el-Kitâb adlı eserinde, daha sonraları sistematize edilen belagat ilmi ile ilgili bir
takım hususların varlığı dikkat çekmektedir. Sîbeveyh’in cümle ile ilgili aşağıdaki
değerlendirmeleri bu bağlamda yorumlanabilir:
“Bu bölüm, kelamın tam (istikamet) ve imkânsız (muhal) olmasıyla ilgilidir. Bir
söz; tam olmakla birlikte güzel, tam ama imkânsız, tam ama yalan, tam ama hatalı biçimlenmiş, imkânsızlıkla birlikte yalan şeklinde olabilir. Tam olmakla birlikte
güzel olan söz, ‘Sana dün geldim ve yarın geleceğim.’ şeklindeki ifaden gibidir. Tam
ama imkânsız söz, ‘Sana yarın geldim, sana dün geleceğim.’ şeklinde cümlenin ba-
şındaki ifadeyi sonundaki ifadeyle çelişkili kılmandır. Tam ama yalan söz ise, ‘Dağı
yüklendim, denizin bütün suyunu içtim.’ şeklindeki cümlen gibidir. Tam ama hatalı
biçimlenmiş söz, قَدْ زَيداً رَأْ ُ يتve كَي زَيدٌ يَأْتِ َ يكşeklindeki sözlerde olduğu gibi lafzı olması
gereken yerde kullanmamaktır. İmkânsızlıkla birlikte yalan söze gelince َ سوْ َ ف أَ ْ شرَ ُ ب َ م َ اء
‘ َ الب ْ ح ِ ر أَ ْ م ِ سDenizin suyunu dün içeceğim.’ şeklindeki ifaden gibidir.”1
1 Sîbeveyh, Ebû Bişr ‘Amr b. Osmân b. Kanber el-Hârisî, el-Kitâb, thk. ‘Abdusselâm Muhammed Hârûn, (Kahire:
Mektebetu Hancî, 1988), I, 25.
Nahivcilerle Belagatçıların Me‘ânî Konularına Yaklaşımları ve Bunların Mukayesesi
11
Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Dergisi
el-Kitâb’dan alıntıladığımız bu paragrafta, Sîbeveyh’in cümle taksimini yaparken manayı esas aldığı görülmektedir. Zira onun tam ama yalan ()المستقيم الكاذب
başlığını örneklediği, ‘ َ ح َ ملْ ُ ت الجَ َ ب َ لDağı yüklendim.’ ve ‘ َ ش ِ ربْ ُ ت َ م َ اء َ الب ْ ح ِ رDenizin bütün
suyunu içtim.’ şeklindeki ifadelerde bu açıkça görülmektedir. O, َ ح َ ملْ ُ ت الجَ َ ب َ لörneğini
literâl anlamdan ziyade ağır sorumluluk altında olan bir kimseyi ifade sadedinde mecâzî anlamda kullanmıştır. Bu da mecazın sadece bir kelimeyi değil bütün
cümleyi kapsaması sebebiyle belagatçıların, el-mecâzu’l-mürekkeb (terkibî mecâz)2
diye adlandırdıkları belagî kavram kapsamında değerlendirilebilir. Bu noktadan
hareketle sistematik olmasa da özellikle örnekler üzerinde yaptığı yorum ve de-
ğerlendirmelerde Sîbeveyh’in, belagatla ilgili birtakım hususlara temas ettiği gö-
rülmektedir.
Bazı dilbilimcilerce belagat ilminin kurucusu kabul edilen el-Câhiz
(ö.255/869), el-Beyân ve’t-Tebyîn adlı eserinde belagatla ilgili bazı kavram ve konular hakkında oldukça önemli değerlendirmeler yapmıştır. el-Câhiz, cümlenin
anlamsal boyutuyla ilgili şöyle retorik bir değerlendirmede bulunmaktadır:
“Nasıl ki insanlar farklı tabakalara ayrılmakta ise, aynı şekilde halkın sözleri de
farklı tabakalara ayrılmaktadır. Kelamın fasih, mantıksız, büyüleyici, güzel, çirkin,
tiksindirici, hafif ve ağır vs. çeşitleri vardır. Bunların hepsi Arapça olup onlar, bunlarla konuşmaktadırlar. Ancak ben saçma lafızların saçma anlamlara götürdüğüne
inanmaktayım. Bazı durumlarda mantıksız sözlere de ihtiyaç duyulmaktadır. Hatta
bazen fasih, güçlü lafızlar, güzel ve hoş anlamlardan daha faydalı olabilir.”3
el-Câhiz’a göre kastedilen manaya hizmet eden doğru kelimenin seçimi
önemli olmakla birlikte sözün söylendiği şartlara uyum da gereklidir. O, özlü ifadenin daha etkili, manaca daha net, herhangi bir anlam kapalılığı olmadan dinleyici tarafından daha açık anlaşılabileceğini söylemektedir.4 el-Câhiz, benzeri
özgün yorum ve değerlendirmeleriyle belagat ilminin oluşumuna büyük katkılar
sağlamıştır. Bu nedenle Şevkî Dayf, onunla ilgili şu tespiti yapmaktadır: “…Herhalde bütün bunlardan sonra el-Câhiz’ın Arap dili belagatının tartışılmaz kurucusu olduğunu söylemekle abartıya kaçmış olmayız.”5 Bu ifadede açıkça görüldüğü
üzere Şevkî Dayf, bağımsız bir ilim olarak belagatı el-Câhiz’la başlatmaktadır.
Belagat ilminin tekâmül sürecinde rol alan önemli şahsiyetlerden biri de
‘Abdulkâhir el-Curcânî (ö.471/1078)’dir. Arap dili belagatı ile ilgili araştırmalarda
Kur’ân’ın dilbilimsel yönü ile klasik Arap şiiri arasında mukayeseye özel önem veren el-Curcânî’yi diğer dilbilimcilerden farklı kılan şey, Delâilu’l-İ‘câz ve Esrâru’l-
2 Mecâzu’l-Mürekkeb ile ilgili detaylı bilgi için bkz. Teftazânî, Sa‘deddîn Mes‘ûd b. Ömer b. ‘Abdullâh,
Muhtasaru’l-me‘ânî, (İstanbul: y.y., t.y.), s. 352; Bulut, Ali, Belagat, (İstanbul: İFAV Yay., 2013), s. 196.
3 el-Câhiz, Ebû Osman Amr b. Bahr b. Mahbûb el-Kinânî el-Leysî, el-Beyân ve’t-tebyîn, thk. Abdüsselam Muhammed Hârûn, (Kahire: Mektebetu’l-Hancî,1998), I, 144.
4 el-Câhız, I, 83.
5 Dayf, Şevkî, el-Belâga, (Kâhire: Dâru’l-Meârif, 1965), s. 57-58.
Nahivcilerle Belagatçıların Me‘ânî Konularına Yaklaşımları ve Bunların Mukayesesi
12
Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Dergisi
Belâga adlı eserleriyle Arap dili belagatını sistemli bir hale getirerek nahivden ayrı,
bağımsız bir ilim sağlamış olmasıdır. Bu nedenle el-Curcânî, dilbilimcilerin ço-
ğunluğu tarafından Arap dili belagatının kurucusu kabul edilmektedir.6
el-Curcânî, Delâilu’l-İ‘câz eserinde nazım teorisi adıyla özgün bir yöntem geliştirmiştir. Nazım teorisi, onun ifadesiyle isim, fiil ve harflerden oluşan kelime
türlerinin birbirine bağlanmasıdır. Kelimeler arasında bağlantı sadece üç yoldan;
ismin isme, fiilin isme, harfin de her ikisine bağlanması şeklinde yapılmaktadır.7
Bu yöntemde dilbilimcilerin geleneksel yaklaşımlarından farklı olarak nahiv ve
belagat ilimleri arasında güçlü bir ilişkiye vurgu yapılmıştır. Bunu şöyle ifade etmektedir: “Bil ki nazım (sözdizimi), cümleyi nahiv ilminin gereklerine uygun
olarak kurmandır. Ayrıca nahiv ilminin ilke ve usullerine göre hareket etmen ve
herhangi bir tarafa kaymadan onun için belirlenen yöntemleri bilmen ve herhangi bir eksikliğe gitmeden belirlenen alanı muhafaza etmen gerekir.”8 el-Curcânî,
bu tespitini * ُيَّ َ اك نَ ْ س َ ت ِ عين
َِوإ
يَّ َ اك نَ ْ ع ُ ب ُ د
ِإ
*
ِ
ْ الَ ْ م ُ د ِ َّ ِ ل رَ ِّ ب الْ َ عا َ لمِينَ الرَّ ْ ح َ م ِ ن الرَّ ِ ح ِ يم * َ مالِ ِ ك يَوْ ِ م الدِّين
ْ م وَ َ ل َّ الضالِّينَ
ِه
) ْ (Fâtiha,1/1-7اه ِ دنَ ِّ ا الصرَ َ اط المْ ُ ْ س َ ت ِ ق َ يم * ِ صرَ َ اط الَّ ِ ذ َ ين أَنْ َ ع ْ م َ ت َ ع َ ل ْ ي ِ ه ْ م غَ ْ ي ِ ر ا ْ لم َ ْ غ ُ ض ِ وب َ ع َ ل ْ ي
ayetleriyle örneklemektedir: “Ayetin başındaki اَ ْ لَ ْ م ُ دmübtedâ, ِ ّٰه ِ لkelimesi ise onun
haberidir. رَ ِّ بkelimesi, lafza-i celâlin sıfatı olup َ الْ َ عا َ لمِينkelimesine muzâftır. الرَّ ْ ح َ م ِ ن
الرَّ ِ ح ِ يمkelimeleri ise, رَ ِّ بkelimesi gibi art ard arda gelen iki sıfattır. َ مالِ ِ ك يَوْ ِ م الدِّ ِ ينayetindeki
ِِك
َ مالkelimesi de sıfat olup يَوْ ِ مkelimesine muzâftır. يَوْ ِ مlafzı da الدِّ ِ ينkelimesine muzâftır…”9 Örnek üzerinde yapılan i‘râb tahlilinde görüldüğü üzere nahiv ve
belagat ilimlerinin her ikisi de nazım teorisinde birleşmektedir.
Başka bir örnek de “ وَ َ ل َ ت ِ ج َ دنَّ ُ ه ْ م اَ ْ حرَ َ ص النَّ ِ اس َ علٰ َ ى ح ٰ ي ٍ وةYemin olsun ki, sen onları
yaşamaya karşı insanların en düşkünü olarak bulursun.” (Bakara, 2/96) ayetinde
nekra formunda gelen َ ح ٰ ي ٍ وةkelimesiyle ilgili değerlendirmesidir:
“İç dünyana müracaat ettiğinde ve duygularını arındırdığında ayetteki َ ح ٰ ي ٍ وة
lafzının ayette geçtiği şekliyle nekra değil de الَ ٰ يوةbiçiminde marife gelmemesinin
aklın takdirinin de fevkinde bir güzellikte, konumda ve letafette olduğunu görürsün.
Kelimeyi marife yaptığında ise kelimedeki sıcaklığın ve çekiciliğin tam tersine döndüğünü görürsün. Bunun sebebi bu kelimeyle yaşamın bizzat kendisinin değil daha
fazla yaşamın kastedilmesidir. Zira diri olan kişi hayata karşı daha hırslıdır. Ölü
ise hayata ya da başka bir şeye karşı hırslı olamaz. Öyleyse ayette sanki şöyle denilmiştir: ‘Kuşkusuz sen onları, ne kadar yaşarlarsa yaşasınlar geçmişteki hayatlarına
gelecek hayatı da katarak daha fazla yaşamak istedikleri hususunda insanların en
hırslısı olarak görürsün.’ ” 10
6 Dayf, el-Belâga, s. 160.
7 Ebû Bekr Abdülkâhir b. Abdurrahmân ‘Abdulkahir el-Curcânî, Delâilu’l-i‘câz fî ‘ilmi’l-me‘ânî, nşr. Muhammed Reşid Rıza, (Beyrut: Dâru’l-Marife, 1994), s.15.
8 el-Curcânî, s. 70.
9 el-Curcânî, s. 288.
10 el-Curcânî, s. 193.
Nahivcilerle Belagatçıların Me‘ânî Konularına Yaklaşımları ve Bunların Mukayesesi
13
Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Dergisi
el-Curcânî, bir belagat kavramı olarak mecâzı, nahvî esaslar üzerine inşa
edilen nazmın gereklerinden biri olarak görmektedir. Çünkü müfred bir kelime,
cümle formuna intikal edip nahvî hükümler almadıkça pek bir anlam ifade etmemektedir. İstiâre sanatı ihtiva eden isim ya da fiil öğesi başka öğelerle muhakkak
bir terkip içinde olması gerekmektedir. Örneğin, ً( وَ ْ اش َ ت َ ع َ ل الرَّأْ ُ س َ ش ْ يباMeryem, 4/19)
ayette geçen ْ اش َ ت َ ع َ لfiili fesahatte en yüksek derecede de olsa bu özelliği tek başına
değil de marife olarak gelen الرَّأْ ُ سkelimesi ve nekra olarak gelen ً َ ش ْ يباkelimeleri ile
elde etmektedir.11
el-Curcânî, kendisinden önceki dilbilimcilerin eserlerinden istifade etmekle
birlikte özellikle belagatın üç önemli bölümünden biri olan me‘ânî altında nahiv
kavramını daha da işlevsel hale getirmiştir. Nahvi küçümseyen ve gereksiz görenleri eleştirmekte hatta bu tutumu Allah’ın kitabından yüz çevirmekle eşdeğer görmektedir. Kur’ân’ın anlaşılması için nahvin bilinmesi gerektiğini ifade etmektedir.
Ona göre lafızların manaları kilitlidir ve onu açacak şey de i‘râbdır. Çünkü gayeler
lafızlarda gizli olup i‘râb onu ortaya çıkarmaktadır. İ‘râb sözün eksik ya da tam olduğu kendisine arz edildiği takdirde anlaşılabilen ayrıca sözün yanlış ya da doğru
olduğu ancak kendisine başvurulduğu takdirde açığa çıkan yegâne bir ölçüttür.12
Bütün bu bilgilerden hareketle el-Curcânî’nin nahvi sadece i‘râba dayanan
tek yönlü bir ilim olarak değerlendirmediği söylenebilir. Diğer bir deyişle nahiv
ilmi el-Curcânî’yle birlikte, şekilsel bir yapıdan kurtulup daha işlevsel bir niteliğe
kavuşmuştur. Ona göre nahiv ve belagat birbirinden ayrı iki unsur olmayıp tam
aksine nahiv belagatın hizmetindedir. O, Arap dilinde anlamsal ve biçimsel unsurların kesin çizgilerle birbirinden ayrılmayacağını, terkipsel ifadelerin ayrıca hal
ve makamla uyum içerisinde olması gerektiğini söylemektedir. Bu yönüyle kendisinden öncekilerin yaklaşımlarından farklı olarak en-nahvü’l-belâğî13 adlı yeni bir
kavram geliştirmiştir.
Özetle Sîbeveyh, derlediği dilsel materyallerden istikrâ (tümevarım) yöntemiyle istinbat ettiği kurallardan oluşturduğu el-Kitâb adlı eseriyle çoğunluk tarafından Arap nahvinin kurucusu kabul edilmiştir. Nahiv âlimlerinin birçoğu
eserlerini, el-Kitâb’da ele alınan konuları açıklamak ya da yorumlamak suretiyle meydana getirmişlerdir. Arapçayla ilgili dilbilimsel çalışmaların nahvî yönü
Sîbeveyh ile tekâmül etmiş, daha sonra bu çalışmalar süreç içerisinde gelişerek
cümle formlarının retorik yönlerinin izahını hedefleyen farklı nitelikte eserler vü-
cuda gelmiştir. el-Curcânî’nin Delâilu’l-İ‘câz ile Esrâru’l-Belâga adlı eserleriyle zirveye ulaşan bu çalışmalar, Arap dili belagatını nahivden ayırarak bağımsız bir ilim
olmasını sağlamıştır. Sîbeveyh’in gramatik yoğunluklu tahlillerinden farklı olarak
11 el-Curcânî, s. 259.
12 el-Curcânî, s. 38.
13 Âmir, Fethi Ahmed, Fikretu’n-nazm beyne vucûhi’l-i‘câz fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, (İskenderiye: Münşeâtu’lMaârif, 1991), s. 81.
Nahivcilerle Belagatçıların Me‘ânî Konularına Yaklaşımları ve Bunların Mukayesesi
14
Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Dergisi
el-Curcânî, daha çok gramatik formların işaret ettiği anlamsal incelikler üzerinde
yoğunlaşmıştır.
Nahivcilerin ve belagatçıların kendilerine özgü yöntem ve araçlardan kaynaklanan yorum farklılıklarını, özellikle isim cümlesi, fiil cümlesi, hazf, kasr, icâz,
takdîm-te’hîr gibi ana başlıkların analizlerinde bariz bir biçimde görmek mümkündür. Şimdi bu iki grup arasındaki yorum farklılıklarını, bazı temel başlıklar
altında örneklerle ortaya koymaya çalışalım.
I. İsim ve Fiil Cümlesi
İsim cümlesi, mübtedâ ve haber olmak üzere iki ana öğeden oluşmaktadır.
Özellikle haber öğesi ile ilgili nahivcilerin ve belagatçıların tahlillerinde birtakım
nüanslar görmek mümkündür. Nahiv kitaplarında genellikle haberin kısımları,
haberden mübtedâya dönen bir zamirin gerekliliği, haberin öne geçmesi ve hazfi
gibi çeşitli konularda nahvin kendi sistematiği içerisinde geliştirdiği kurallar çerçevesinde birtakım gramatik analizlerin esas alındığı görülmektedir.14 Ancak nahiv
kurallarının esas alındığı bir okuma biçimi, cümlelerden kastedilen anlam inceliklerini ortaya çıkarmada yetersiz olabilmektedir. Örneğin, وَ َ ما كَ َ ان ا َّ ُ ل لِ ُ ي َ عذِّبَ ُ ه ْ م وَأَنْ َ ت
ْ م وَ َ ما كَ َ ان ا َّ ُ ل ُ م َ عذِّبَ ُ ه ْ م وَ ُ ه ْ م يَ ْ س َ ت ْ غ ِ فرُ َ ون
ِ
“ فِيهOysa sen onların içinde iken Allah onlara azap
edecek değildi. Bağışlanma dilerlerken de Allah onlara azap edecek değildir.” (Enfâl,
8/33) ayetinde geçen وَ َ ما كَ َ ان ا ّٰه ُ ل لِ ُ ي َ عذِّبَ ُ ه ْ مcümlesinin haber öğesinin fiil formatında,
ُ م َ عذِّبَ ُ ه ْ م وَ َ ما كَ َ ان ا ّٰه ُ لcümlesinin ise isim formatında gelmesi haricinde her iki cümle
gramatik yapı itibariyle birbirine oldukça yakındır. Bu farklılığın dikkate alındığı
bir okuma biçimi, ayetin anlam inceliklerini keşfetmede daha isabetli olmaktadır.
Zira belagatçılara göre fiil cümlesi şeklinde gelen haber öğesi, hudûs (meydana
gelme) ve teceddüd (yenilenme) anlamlarını ihtiva etmektedir. Başka bir ifade
ile haber konumundaki fiil zamansal nitelik taşıdığı için tedricilik ifade etmektedir. Müfred ya da isim cümlesi biçiminde gelen haber öğesi ise sübut (sabitlik)
ve istimrâr (süreklilik) anlamlarını bildirmektedir.15 Buna göre وَ َ ما كَ َ ان ا ُّٰه ل لِ ُ ي َ عذِّبَ ُ ه ْ م
cümlesinin haber öğesi fiil formunda geldiğinden belirli bir zamanla mukayyed
olup teceddüd ve hudûs anlamı ihtiva etmektedir. وَ َ ما كَ َ ان ا ّٰه ُ ل ُ م َ عذِّبَ ُ ه ْ مifadesinin haber öğesi ise isim formunda geldiği için muayyen bir zamanla sınırlı olmayıp sabitlik ve süreklilik manalarını ihtiva etmektedir. Anlam merkezli bu yorumlama
biçimi diğer bir inceliği de ortaya koymaktadır. Şöyle ki birinci cümlede ْ م
ِ
وَأَنْ َ ت فِيه
ifadesinin delaletiyle, Hz. Peygamber içlerinde olduğu müddetçe kendilerine azap
edilmeyeceği hususu vurgulanmaktadır. Dolayısıyla devamlı olmayan sınırlı bir
14 Konuyla ilgili bkz. Suyûtî, Ebu’l-Fazl Celâleddin Abdurrahman b. Ebî Bekr, el-Behçetu’l-mardiyye fi şerhi’lelfiyye, (Kûm: Mektebetu’l-Müfîd, t.y.), I, 97-106; İbn Hişâm, Ebû Muhammed Cemâleddin ‘Abdullah b.
Yusuf,Şerhu katri’n-nedâ ve bellu’s-sadâ, thk. Muhammed Hayru Tu‘gme Halebî, (Beyrût: Dâru’l-Marife,
2005), s. 93-97; el-Berdaî, Sa‘deddîn Sa‘dullâh, Hedâiku’d-dekâik, (Dımaşk:Matbaatu’t-Terâkî, 1952), s. 84-96.
15 el-Kazvinî, Ebu’l-Meâli Celaluddin el-Hatîb Muhammed, et-Telhîs fi ulûmi’l-belâga, (Kâhire: Dâru’l-Fikri’lArabî, yy.), s. 107; Teftazânî, Muhtasaru’l-me‘ânî, s. 352.
Nahivcilerle Belagatçıların Me‘ânî Konularına Yaklaşımları ve Bunların Mukayesesi
15
Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Dergisi
azaptan bahsedilmektedir. Bu nedenle haber öğesi, لِ ُ ي َ عذِّبَ ُ ه ْ مşeklinde fiil kipinde
gelmiştir. İkinci cümlede ise tevbe ettikleri müddetçe Allah’ın kendilerine azap
etmeyeceği mesajı verilmektedir. İbn ‘Abbâs’ın ifadesiyle tevbe, Hz. Peygamber’in
varlığı ile sınırlı olmayıp bütün zamanları kapsamaktadır.16 Bu cihetle süreklilik
anlamı ihtiva eden bir olgu olmaktadır. Bu nedenle haber öğesi ikinci cümlede
ُ م َ عذِّبَ ُ ه ْ مbiçiminde isim kipinde gelmiştir.
Arap dili ve belagatını sistematize eden ve bu nedenle Arap dili belagatının
kurucusu olarak da kabul edilen ‘Abdulkâhir el-Curcânî, cümlenin temel unsurlarından biri olan haber çeşitlerinin anlam farklılıklarıyla ilgili tespitler yapmaktadır. Haber öğesinin, cümlenin temel unsurlarından olduğunu ve bu öğe olmadığı
takdirde anlamın ortaya çıkmasının mümkün olmadığını ifade etmektedir. Ona
göre isim ve fiil formunda gelen haber arasında belagat ilminde bilinmesi gerekli
bir takım incelikler vardır. Şöyle ki, isim formunda gelen haberin asıl fonksiyonu
teceddüt bildirmeksizin bir şeyde bir mananın varlığını tespit etmektir. Fiil formunda gelen haberin işlevi ise kendisinde var olan mananın aşama aşama ger-
çekleşmesi, yenilenmesidir. el-Curcânî, her iki durum arasındaki anlam inceliğini
ayet ve beyitle şöyle izah etmiştir:
“ وَكَلْ ُ ب ُ هم بَ ِ اس ٌ ط ذِرَ َ اع ْ يهِ بِالْ َ و ِ صيدKöpekleri de mağaranın girişinde ön ayaklarını
uzatmış yatmakta idi.” (Kehf, 18/18 ) ayetteki وَكَلْ ُ ب ُ هم بَ ِ اس ٌ طifadesi, şayet وَكَلْ ُ ب ُ هم
يَ ُ بس ُ طbiçiminde fiil kipinde gelmiş olsaydı, Ashab-ı Kehf ’in 309 senelik sübut ve
süreklilik arzeden uyku durumunu bildiren ayetin manasıyla uyumlu olmayacaktı. Bu nedenle haber öğesinin süreklilik manasını ihtiva eden بَ ِ اس ٌ طisim formunda
gelmesi ayetin belagatına tam uygun düşmektedir.
- “ Basılmış sikke kesemize alışل يَأْ َ ل ُ ف ُّ الدرْ َ ه ُ م الم َ ْ ضرُ ُ وب ِ خرْقَ َ ت ِ نا لكنْ َيُرُّ َ ع َ ليها وَ ُ ه َ و ُ منْ َ ط ِ لقُ
maz; ama ayrılırken ona uğrar.” beytin ana temasını cömertlik vasfı oluşturmaktadır. Bu vasıf kişide sürekli olduğu takdirde önemli olmaktadır. Dolayısıyla وَ ُ ه َ و
ُ ُ منْ َ ط ِ لقbiçimindeki ifade, bu manayı oldukça güzel bir biçimde yansıtmaktadır. Bu
ifade yerine, ُ وَ ُ ه َ و يَنْ َ ط ِ لقşeklindeki kullanım ise şairin vermek istediği mesajı tam
yansıtmamaktadır. 17
Nahivcilerin ve belagatçıların isim cümlesi ya da fiil cümlesi bağlamında dilsel konulara yaklaşım farklılıklarını net bir biçimde ortaya koyan güzel bir örnek
.ِ “Yanına girdikleri vakit: “Selam!” dedilerإذْ دَ َ خ ُ ل َ وا ع َ ل ْ يهِ َ ف َ ق ُ ال َ وا س َ ل ً ما قَ َ ال َ س َ ل ٌ م قَوْ ٌ م ُّ منكَرُ َ ون de
O da: “Selam! Görülmedik bir topluluk” dedi.” (Zâriyât, 51/25) ayet-i kerimesidir.
Nahivciler, mansûb formdaki َ س َ ل ً ماkelimesi ile merfû biçimindeki َ س َ ل ٌ مkelimelerinin i‘râb durumlarıyla ilgili çeşitli açıklamalar yapmışlardır. Nahiv ilminin önemli
şahsiyetlerinden İbn Hişâm, ً ّ سلمنا سلماşeklinde18 bir takdir yaparak َ س َ ل ً ماkeli-
16 Râzî, Ebû Abdillah Fahreddîn Muhammed b. Ömer Fahreddîn, et-Tefsîru’l-kebîr (Mefâtihü’l-ğayb), (Beyrut:
Dâru’l-Fikr, 1981), XV, 163.
17 el-Curcânî, s.123,24.
18 İbn Hişâm, Ebû Muhammed Cemâluddîn ‘Abdullâh b. Yusuf en-Nahvî, Muğni’l-lebîb an kutûbi’l- e‘arib, thk.
Nahivcilerle Belagatçıların Me‘ânî Konularına Yaklaşımları ve Bunların Mukayesesi
16
Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Dergisi
mesini mef ‘ûl-u mutlak olarak değerlendirirken, سلم عليكمşeklindeki19 diğer bir
takdirle de َ س َ ل ٌ مkelimesini, haberi mahzûf bir mübtedâ olarak değerlendirmiştir.
İbn Hişâm (ö. 761/1360), nahivci mantalitesiyle mezkûr kelimelerin sadece i‘râb
gerekçelerini ortaya koymaya çalışmıştır. Ancak birçok alanda olduğu gibi Arap
dili ve belagatında önemli bir kişilik kabul edilen Zemahşerî (ö. 538/1144) ise
kelimelerin cümle içerisindeki hareke hususiyetlerini âmil teorisiyle açıklamayı
ilke edinen nahvî yönteme ek olarak anlamsal boyutun esas alındığı retorik bir
yaklaşım biçimini tercih etmiştir. Buna göre Hz. İbrahim, meleklerin selamlarına
devamlılık manası ihtiva eden سلم عليكمbiçiminde isim cümlesiyle yani daha gü-
zeliyle mukabelede bulunmuştur.20 Nitekim verilen selama daha güzeli ile karşılık
verilmesi, “وَ ِإذَ ُ ا ح ِّ ي ُ يت ْ م بِ َ ت ِ حيَّ ٍ ة َ ف َ ح ُّ يوا بِأَ ْ ح َ س َ ن ِ منْ َ هاBir selam ile selamlandığınız zaman siz
de ondan daha güzeli ile selamlayın!” (Nisâ, 4/86) ayet-i kerimesiyle açıkça tavsiye
edilmektedir.
Özetle fiil cümlesi, isim cümlesi ve isim cümlelerinin farklı formlarda gelen
haber öğesiyle ilgili yapılan değerlendirmeler, nahivcilerin cümle çözümlemelerinde manadan ziyade terkipsel ve şekilsel yapıları esas aldıklarını, belagatçıların
ise nahiv kuralları üzerine inşa ettikleri retorik bir yorumla daha işlevsel bir yaklaşım biçimini tercih ettiklerini göstermektedir.
II. İsti’nâfî Cümle
Nahivciler ve belagatçılar, isti’nâfî cümle kavramına farklı anlamlar yüklemişlerdir. Nahivciler, isti’nâfî kavramını bir önceki cümle ile i‘râb ve mana ilişkisi
olmayan cümle olarak değerlendirirken, belagatçılar ise önceki cümle ile mana
ilişkisini dikkate alarak mukadder bir sualin cevabı olarak değerlendirmişlerdir.21
Nahiv ilminin önde gelen âlimlerinden İbn Hişâm, * ٍوَ ِ ح ْ ف ً ظ ِ ا منْ كُ ِّ ل َ ش ْ ي َ ط ٍ ان َ مارِد
ٍِب
“ َ ل يَ َّ س َّ م ُ ع َ ون ِإ َ لى ا ْ لم ََ ِ ل ْ الَ ْ ع َ لى وَيُ ْ قذَ ُ ف َ ون ِ منْ كُ ِّ ل َ جانOnu, inatçı her türlü şeytandan koruduk.
Onlar, artık mele-i a‘lâ’ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.” (Saffât, 37/7,8) ayette geçen َ ل يَ َّ س َّ م ُ ع َ ونifadesinin bir önceki cümleyle i‘râb ve
mana açısından bağımsız olup olmadığını açıklama sadedinde, isti’nâfî’n-nahvî
ve isti’nâfî’l-beyânî kavramlarını kullanmıştır. 22 O, i‘râb açısından bağımsız olma
durumunu isti’nâfî’n-nahvî kavramıyla izah ederken, isti’nâfî’l-beyânî kavramıyla da belagat ilmini kastettiği anlaşılmaktadır. Zira bu cümle, bir önceki cümleden bağımsız olarak değerlendirildiğinde sıfat ya da hâl gibi herhangi bir öğe ile
i‘rablanamamaktadır. Şayet aralarında nahvî bir ilişki gözetilerek ayetteki
ٍ
َ ش ْ ي َ طان
‘Abdullatîf Muhammed Hatîb, (Kuveyt: Turâsu’l-Arabî, 2000), VI, 317.
19 İbn Hişâm, a.g.e., V,41.
20 ez-Zemahşerî, Ebu’l-Kâsım Cârullah Mahmûd b. Ömer b. Muhammed, el-Keşşâf ‘an hakâiki ğavâmizi’ttenzîl ve uyûni’l-ekâvil fî vucûhi’t-te’vîl, thk. Adil Ahmed ‘Abdulmevcud, Ali Muhammed Muavviz, (Riyâd:
Mektebetu’l-Ubeykân, 1998), V, 615.
21 el-Kazvinî, s. 186.
22 İbn Hişâm, Muğni’l-lebîb, V, 43.
Nahivcilerle Belagatçıların Me‘ânî Konularına Yaklaşımları ve Bunların Mukayesesi
17
Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Dergisi
ٍِد
َ مارifadesi َ ل يَ َّ س َّ م ُ ع َ ونcümlesinin sıfatı olarak i‘râb edildiği takdirde anlamsal bir
problem ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki Allah (cc), ٍ وَ ِ ح ْ ف ً ظ ِ ا منْ كُ ِّ ل َ ش ْ ي َ ط ٍ ان َ مارِدayetiyle
göğü inatçı, itaate yanaşmayan şeytanlardan koruduğunu ifade etmektedir. Buradan da şeytanların göğü dinlemeye ve oradan bilgi elde etmeye çalıştıkları dolayısıyla duyabilme kabiliyetleri olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle bir sonraki ل
يَ َّ س َّ م ُ ع َ ون ِإ َ لى ا ْ لم ََ ِ ل ْ الَ ْ ع َ لىcümlesinde, şeytanların melekler topluluğunu dinleyemeyecekleri biçimindeki ifade ile çelişkili bir durum ortaya çıkar ki bu da aklen mümkün değildir.
Yukarıda da ifade edildiği üzere nahivcilere göre isti’nâfî kavramı, bir önceki cümle ile i‘râb ve mana ilişkisi olmayan cümle demektir. Belagatçılara göre ise
önceki cümle ile mana ilişkisi olup mukadder bir sualin cevabıdır. Belagatçılar,
isti’nâfî cümleyi me‘ânî ilminin konularından biri olan fasl ve vasl başlığı altında
ele almışlardır. Vasl ve fasl kavramlarını ise atıf ve isti’nâfî cümlelerin yerlerini bilme şeklinde tanımlamışlardır.23 Belagatçılar, bu durumla ilgili bir takım inceliklere
dikkat çekmektedirler. Arap belagatının beyân, bedi‘, me‘ânî şeklinde üç ana kategoriye ayıran Sekkâkî’ye (ö. 626/1229) göre bunlar; muhatabı içinde bulunduğu
durumdan haberdar etme, muhatabın soru sorma ihtiyacı hissetmemesi, cümleyi
işitmek istememesi, söylenen sözü yarıda kesmek istememesi ve mütekellimin az
lafızla çok mana kastetmek istemesi gibi bir takım hususlardır.24 el-Curcânî’ye göre
ise kaynak olarak güzel, anlamca ilginç olması sebebiyle hazf konularından hiçbirisi yöntem itibariyle onun kadar güzel değildir. Soru ve cevap arasında güçlü bir
ilişki olması nedeniyle ayrıca bir bağlaca da ihtiyaç duyulmamaktadır.25 Belagatçı-
lar, bu ilişkiyi tanımlamak üzere ( كمال التصالtam ilişki) ifadesini kullanmışlardır.26
el-Curcânî, konuyla ilgili olarak şu örneği vermektedir:
“Kınayanlar benim çok sıkıntıزَ َ ع َ م الْ َ عواَذِ ُ ل اَنَّ ِ نى ِ فى غَ ْ مرَ ٍ ة * َ ص َ دقُوا وَ ِ لكنْ غَ ْ مرَتِى لتَ َ نج ِ لى
içinde olduğumu iddia ettiler. Doğru söylediler. Fakat sıkıntım henüz ortaya çıkmamıştır.” el-Curcânî’ye göre şâir, ilk önce kınayan kimselerin “O çok sıkıntı içerisindedir.” ifadelerini aktarmış bu ise muhatabı, “Peki sen ne dersin, senin buna
cevabın nedir?” şeklinde bir soru sormaya teşvik etmiştir. Şayet soru mukadder
değil de açıkça sorulmuş olsaydı, söz çıkış yerinden farklı bir noktaya gelerek şöyle
olacaktı: “Ben derim ki onlar doğru söylediler. Ben onların söyledikleri durumdayım. Fakat bu sıkıntıdan kurtulmam noktasında hiç ümitleri olmasın.” Şâir, الْ َ عواَذِ ُ ل
“ زَ َ ع َ م اَنَّ ِ نى ِ فى غَ ْ مرَ ٍ ة َ و ص َ دقُواKınayanlar benim çok sıkıntılı olduğumu söylediler ve doğru
söylediler.” şeklinde bağlaçla söylemiş olsaydı kendisinin bizzat soru sorulan kişi
23 el-Merâğî, Ahmed Mustafa, ‘Ulûmu’l-belâga (el-beyân ve’l-me‘ânî ve’l-bedi’), (Beyrut: Dâru’l-Kutûbi’l-
‘İlmiyye, 2002), s. 193.
24 Sekkâkî, Ebû Ya’kub Siraceddin Yusuf b. Ebû Bekr b. Muhammed, Miftâhu’l-ulûm, (Beyrut: Dâru’l-Kutûbi’l-
‘İlmiyye, 1983), s. 252.
25 el-Curcânî, s.165.
26 Tabâne, Bedevî Ahmed, Mu’cemu belagati’l-Arabiyye, (Cidde: Dâru’l-Menâre, 1988), s. 50; el-Kazvinî, etTelhîs, s.186.
Nahivcilerle Belagatçıların Me‘ânî Konularına Yaklaşımları ve Bunların Mukayesesi
18
Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Dergisi
olması söz konusu olmayacağı gibi sözünün de cevaplanması gereken bir söz olması mümkün olmayacaktı. 27
Kısaca ifade etmek gerekirse nahivciler, isti’nâfî cümleyi bir önceki cümle ile
i‘râb ve mana açısından bağımsız olarak değerlendirirlerken, belagatçılar aralarındaki güçlü bir anlam ilişkisine vurgu yaparak mukadder bir sualin cevabı olarak
yorumlamışlardır.
III. Hazf
Arapların gerek günlük konuşmalarında gerekse yazılarında cümledeki birtakım unsurları hazfederek aktarmaları tabiatlarının gereğidir. 28 Zira Araplar, dillerine ağır gelen ifadeler yerine daha hafif sözleri kullanmayı tercih etmişlerdir.
Dolayısıyla kelamın veciz ve muhtasar olması Arap dilinin temel niteliklerinden
biridir. Bu doğrultuda gerek gramer gerekse belagat (retorik) açısından hazf konusu oldukça önemsenmiş, dilbilimsel kaynaklarda bununla ilgili birçok yorum
ve değerlendirmeye yer verilmiştir. Arap dilbilimcileri, cümleyi oluşturan muzâf,
muzâfu’n-ileyh, fâil, mef ‘ûl, mübtedâ, haber gibi öğelerin cümlede düşürülmesinin cümlenin gramatik ve retorik yapısı üzerindeki etkisi ile ilgili ayrıntılı izahlar yapmışlardır. Özellikle belagatçılar, icâz ana başlığı altında bu konuya özel bir
önem vermişlerdir.
Dilsel çalışmaların başladığı erken dönemlerden itibaren Arap dilbilimcileri,
hazifli (eksiltili) ifadelerin gramatik boyutuyla ilgili değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Günümüze ulaşan ilk nahiv kitabı olarak da kabul edilen el-Kitâb adlı
eserinde Sîbeveyh, konuyla ilgili oluşturduğu bablarda birçok örnek üzerinde detaylı tahliller yapmıştır. Mesela fiillerin hazfedilmesi ile ilgili başlık altında, Arapların çokça kullanmaları nedeniyle, bazı yerlerde fiilleri hazfettiklerini belirtmekte
buna istişhad amacıyla da örnek cümleler ve beyitler getirmektedir.29
Dilbilimciler, hazf konusunu teorik ve pratik olmak üzere iki yönden ele almışlardır. Cümlede hazfe giden unsurların tespitinin doğru yapılabilmesi için dilbilimcilerin riayet etmesi gereken bir takım kuralların ortaya konması, bu olgunun teorik boyutunu teşkil etmektedir. Nahivciler, hazf unsurlarının bulunduğu
ayet ve şiir örnekleri üzerinde detaylı tahliller yaptıktan sonra istikrâ yöntemiyle
bir takım kurallar istihraç etmişlerdir. Arap nahvinin önde gelen şahsiyetlerinden
İbn Hişâm, bu kuralları maddeler halinde sıralayarak örneklerle izah etmiştir.30
Hazf konusunun pratik boyutunu ise hazfe giden unsurların cümlenin gramatik
yapısı üzerindeki etkisi ile ilgili uygulamalar oluşturmaktadır.
27 el-Curcânî, s.161.
28 İbn Cinnî, Ebu’l-Feth Osman b. Cinnî el-Mevsılî, el-Hasâis, thk. Muhammed Ali Neccâr, (Mısır: Mektebetu’l-
İlmiyye, t.y.), II, 360.
29 Sîbeveyh, el-Kitâb, I, 280.
30 İbn Hişâm, Muğni’l-lebîb, VI, 317-538.
Nahivcilerle Belagatçıların Me‘ânî Konularına Yaklaşımları ve Bunların Mukayesesi
19
Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Dergisi
Nahiv âlimleri genellikle hazfin sebepleri, hazfe giden unsurların belirlenmesine yönelik lafzî ve halî karineler, hazfedilen unsurların yerine yapılabilecek
muhtemel takdirler ile Basrâ ve Kûfe ekolleri başta olmak üzere dil ekollerinin birtakım örnek cümleler üzerinde hazfin olup olmadığıyla ilgili detaylı tartışmaları
üzerinde durmuşlardır.31
Arap nahvi, büyük oranda erken dönemlerden itibaren dilbilimcilerce cümlenin gramatik yapısını açıklamaya yönelik geliştirilen âmil teorisi üzerinde inşa
edilmiştir. Âmil teorisi, nahvin diğer konularında olduğu gibi hazf olgusunu açıklamada da etkin bir rol oynamaktadır. Cümlenin birincil unsurları olması itibariyle umde olarak adlandırılan mübtedâ, haber ve fâil öğeleri ile ikincil unsur kategorisinde olması itibariyle fudlâ olarak değerlendirilen diğer öğelerin cümleden iskat
edilmesi nedeniyle bir takım gramatik problemler meydana gelmektedir. Nahivciler, bu problemleri çözmek için anılan teoriden hareketle ortaya koydukları kurallar çerçevesinde tahliller yapmaktadırlar. Ünlü dilbilimci İbn Cinnî (ö. 392/1001),
hazfin delilsiz olamayacağını vurgulayarak şu tespitleri yapmaktadır: “Araplar;
cümle, kelime, harf ve harekeyi hazfetmişlerdir. Bunun mutlaka bir delili vardır.
Aksi takdirde bu unsurların belirlenmesi için gaybî bir ilmin bilinme zorunluluğu
ortaya çıkar.”32 Konuyla ilgili bilgileri eserinde daha sistematik bir biçimde derleyen İbn Hişâm ise hazfin bir takım göstergelere dayandığını ifade ederek konuyla
ilgili şu tespitleri yapmaktadır: “Hazfin delilleri iki çeşittir. Birincisi; gayr-ı sınaî
(gramatik olmayan) olup bu da hâllî (durumsal) ve makallî (sözsel) olmak üzere
iki kısma ayrılır. İkincisi; sınâî (gramatik) olup bunu yalnızca gramerciler bilmektedir. ”33
Nahivciler, زَيدأً َ ضرَبْ ُ ت ُ هcümlesindeki ً زَيدأkelimesinden önce onu mansûb kılan
bir âmilin bulunması gerektiğini ifade etmektedirler. Buna göre, َ ضرَبْ ُ ت ُ ه زَ َ يدأ ضرَبْ ُ ت
şeklinde bir takdir yapmaktadırlar.34 Nahiv kitaplarında, tümevarım yöntemiyle
elde edilen kurallar arasında tutarlılık sağlama amaçlı bu tarz örnek tahliller oldukça yaygındır. Başka bir örnek de ُ َ مرَرْ ُ ت بِزَ ٍ يد الكَريمcümlesi verilebilir. Cümlede ge-
çen ُ الكَريمkelimesinin merfû formu cümlenin zahirî gramer yapısıyla açıklanması
oldukça zordur. Bu nedenle nahivciler, ُ َ مرَرْ ُ ت بِزَ ٍ يد ُ ه َ و الكَريمşeklinde mübtedâyı takdir
ederek kelimeyi haber konumunda değerlendirmişlerdir.35 Diğer bir örnek de َ ضرْبِي
ً زَيداً قَائماcümlesi verilebilir. Şöyle ki َ ضرْبِيkelimesi cümlede mübtedâ konumunda
olmakla birlikte bu kelimenin haber öğesi bulunmamaktadır. Zira cümleyi oluş-
turan diğer unsurlardan ً زَيداmefûlün bih, ً قَائماise hâldir. Anılan teoriden hareketle
cümlede hazfe giden öğenin belirlenmesine yönelik gayretler görülmektedir. Bazı
31 Konuyla ilgili geniş bilgi için bkz. İbn Cinnî, el-Hasâis, II,360-380; İbn Hişâm, a.g.e., VI, 317-538.
32 İbn Cinnî, II, 360.
33 İbn Hişâm, a.g.e., VI, 325.
34 İbn Malik, Ebû ‘Abdullah Cemaleddin Muhammed b. ‘Abdullah, Şerhu’t-teshîl li ibn Mâlik, (Cize: Mektebetu
Hicr, 1990), II, 141.
35 İbn Hişâm, Şerhu katri’n-nedâ ve bellu’s-sadâ, s. 742.
Nahivcilerle Belagatçıların Me‘ânî Konularına Yaklaşımları ve Bunların Mukayesesi
20
Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Dergisi
nahivciler, ً َ ضربِي زَيداً اِ َ ذا كان قَائماşeklinde bir takdir yapmışlardır.36 Bu ve benzer örnekler üzerinde yapılan değerlendirmelere bakıldığında nahivcilerin, anlamsal bir
gereklilik olmamakla birlikte özellikle âmil teorisi çerçevesinde ortaya koydukları
kurallar gereğince cümlede bazen gereksiz takdirler yaparak detaylara gittikleri
görülmektedir. Buradan hareketle Arap gramercilerin manadan ziyade cümlenin
gramatik yapısını öncelediklerini söyleyebiliriz.
Nahivciler, bazı cümlelerde takdirin gerekliliği noktasında hemfikir olmakla
birlikte takdirin nerede ve nasıl yapılması gerektiği ile ilgili farklı değerlendirmeler
yapmaktadırlar. Bu nedenle yukarıda ifade edildiği üzere hazfedilen unsurlar yerine yapılan takdirler belli ölçütler esas alınarak yapılması gerekmektedir. Örneğin
dilbilimci Ahfeş (ö.173/793); أَنْ َ ت ِ منِّ َ ي فرْ َ س َ خينcümlesinde, ِ منِّ َ ي فرْ َ س َ خين بُ ْ ع ُ د َ كbiçiminde daha az takdiri tercih ederken diğer bir dilbilimci el-Fârisî iseذُ َ و م َ س َ اف ِ ة َ فرْ َ س َ خين
أَنْ َ ت ِ منِّيşeklinde daha detaylı bir takdiri tercih etmiştir.37 Birinci takdir daha az
kelimeyle yapıldığı halde, ikinci takdir daha fazla kelimeyle yapılmıştır. Dilbilimcilerin; ‘Cümlede esas olan hazf değil zikirdir.’ kuralına göre Ahfeş’in daha az kelimeyle yaptığı takdirin diğerine göre daha isabetli olduğu ifade edilebilir.
Esasında ‘Her mamûlün bir âmili vardır.’ kuralına dayandırılan âmil teorisinin, hazf olgusunun belli kıstaslara bağlanması ve açıklanmasındaki katkısı yadsı-
namaz. Ancak bu, hazf kaynaklı bazı anlamsal problemleri açıklamada yeterli olamamaktadır. Örneğin; ( وَ ْ س ِ ئل َ القرْيَ َ ةYûsuf, 12/82) ifadesinde mef ‘ûl konumundaki
َ القرْيَ َ ةkelimesinin âmili olarak
ِ
وَ ْ سئلfiili kabul edildiği takdirde gramatik herhangi
bir sorun meydana gelmemektedir. Ancak ‘Kasabaya sor!’ şeklinde anlamsal bir
problem meydana gelmektedir. Bu nedenle fiilden sonra أهلkelimesi takdir edilmektedir. Bu durumda ayetin manası, ‘Kasaba halkına sor!’ biçiminde olmaktadır.38
Nahivciler gibi Arap dili belagatçılarının da cümle analizinde kendilerine
özgü yöntemleri vardır. Hazfin gramatik gerekçeleri üzerinde yoğunlaşan nahivcilerden farklı olarak belagatçılar, bu olgunun anlamsal ve amaçsal durumları üzerinde daha çok yoğunlaşmaktadırlar. Hazfe giden unsurların cümlenin gramatik
yapısı üzerindeki etkisinden ziyade, bu unsurların hazfedilmesinin gerekçelerinin
neler olduğu ve bunların anlam itibariyle cümleye katkılarının hangi düzeyde olduğu üzerinde durmuşlardır. Başka bir ifade ile hazfedilen unsurların gramatik
tahlilleri yerine, mütekellimin böyle bir üslûbu tercih etmesinin gerekçesi ya da
gerekçelerinin neler olabileceği hususlarına dikkat çekmektedirler.39 Dolayısıyla
36 Suyûtî, Ebu’l-Fazl Celâleddin Abdurrahman b. Ebî Bekr, Hem‘u’l-hevâmi fî şerhi cem‘i’l-cevâmi, thk. Ahmed
Şemseddin, (Beyrut: Dâru’l-Kutûbi’l-‘İlmiyye,1998), I, 339; İbn Hişâm, Muğni’l-lebîb, VI, 379.
37 İbn Hişâm, Muğni’l-lebîb, VI, 371.
38 Kurtûbî, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed el-Ensârî, el-Câmi‘u li ahkâmi’l-Kur’ân, thk. ‘Abdullâh b. ‘Abdulmuhsin et-Türkî, (Beyrut: Muessesetu’r-Risâle, 2006), II, 428.
39 Meydânî, Abdurrahmân Hasan Habenneke, el-Belâgatu’l-Arabiyye, (Dımaşk: Dâru’l-Kalem, 1996), II, 40,
45; Teftazânî, s. 172; Haşimî, Ahmed, Cevâhiru’l-belâga fi’l-me‘ânî ve’l-beyân ve’l-bedi’, (Beyrut: Dâru’l-Fikr,
1994), s. 254,264; el-Curcânî, s. 107,122.
Nahivcilerle Belagatçıların Me‘ânî Konularına Yaklaşımları ve Bunların Mukayesesi
21
Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Dergisi
belagatçıların hazf konusundaki temel yaklaşımları mütekellimin retorik gereksinimlerine dayanmaktadır. İşte bu gereksinimden kaynaklanan cümledeki bazı unsurların zikredilmemesi hazf uslûbunu daha etkili kılmaktadır. Onlara göre mütekellimin muhataba ulaştırmak istediği mesaja halel gelmemesi kaydıyla cümlenin
bağlamına göre bu amaçlar çeşitlenebilir ve artabilir.
el-Curcânî’nin hazf olgusunun önemini vurgulayan şu ifadeleri konuyla ilgi
takip ettiği yöntemin ipuçlarını ihtiva etmesi açısından oldukça değerlidir:
“Bu (hazf); yöntem olarak ince, kaynak itibariyle güzel, olağanüstü ve sihre benzeyen bir konudur. Çünkü sen onunla hazfin zikirden daha fasih olduğunu, bir ifadeyi söylemeyip susmanın maksadı daha iyi ifade ettiğini, konuşulmadığında daha çok
şey söylendiğini, açıklama yapılmadığında konun daha açık olduğunu görürsün.”40
وَ َ لم َّ ا وَرَدَ َ م َ اء َ مدْيَ َ ن وَ َ ج َ د َ ع َ ل ْ يهِ أُ َّ م ً ة ِ م َ ن النَّ ِ اس يَ ْ س ُ ق َ ون وَوَ َ ج َ د ِ منْ دُونِ ِ ه ُ م ْ امرَأتَ ْ ِ ين تَذُودَ ِ ان قَ َ ال ,el-Curcânî
), َ “Medyen suyuna varınca (Musaم َ ا خ ْ ط ُ بكُ َ ما قَ َ ال َ ت َ ا ل نَ ْ س ِ ق َ ي حتَّى يُ ْ ص ِ درَ الرِّ َ ع ُ اء وَأَبُونَ َ ا ش ْ ي ٌ خ كَ ِ بيرٌ
orada (hayvanlarını) sulayan birçok insan buldu. Onların gerisinde de (hayvanlarını) engelleyen iki kadın gördü. Onlara: Derdiniz nedir? dedi. Şöyle cevap verdiler:
Çobanlar sulayıp çekilmeden biz (onların içine sokulup hayvanlarımızı) sulamayız; babamız da çok yaşlıdır.” (Kasas, 28/23) ayet-i kerimede dört yerde mef ‘ûlün
hazfedildiğini ifade etmektedir. Hazfe giden mef ‘ûlleri de dikkate alarak ayetin
manasını, “ Suyun başında koyunlarını ve hayvanlarını sulayan bir topluluk ile
koyunlarını geride tutan iki kız buldu. İkisi: ‘Biz koyunlarımızı sulayamayız.’ dediler. Bunun üzerine Musa (as) onların koyunlarını suladı.” şeklinde vermiştir. Ona
göre fiillerin mef ‘ûl almaksızın mutlak olarak zikredilmesindeki maksat, gereksiz
detaylara girmeden ayetin vermek istediği asıl mesaja vurgu yapmaktır. Şöyle ki,
ayette; “ o ortamda insanlar tarafından ‘sulama ( ,)’يَ ْ س ُ ق َ ونkızlar tarafından ‘geride
tutma (
ِ
)’تَذُودَانeylemleriyle, kızların Hz. Musa’ya; ‘Çobanlar gitmedikçe biz sulama işi yapamayız.’ ifadeleri ve sonunda Hz. Musa’nın sulamayı gerçekleştirmesi”
gibi temel hususlara vurgu yapılmaktadır. Sulanan hayvanların koyun, deve ya da
başka bir türden olması bu açıdan çok önemli değildir. Şayet burada hazf olmamış
olsaydı amaca aykırı bir durum ortaya çıkardı. Zira ayette mef ‘ûl öğesi zikredilerek, ‘Arkalarında koyunlarını geride tutan iki kız buldu.’ biçiminde bir takdire
gidildiğinde, Hz. Musa’nın onları yalnızca koyunlarını geride tutmaları nedeniyle
yadırgadığı; şayet develerini geri tutmuş olsalardı, onları yadırgamayacağı şeklinde oldukça sığ bir anlam meydana gelirdi. Hâlbuki Hz. Musa’nın onları yadırgaması, ‘geride tutma’ eylemleri sebebiyledir.41
Kısaca ifade etmek gerekirse nahivciler, hazf olgusunun açıklanmasında âmil
teorisini esas almakla birlikte cümlenin söylendiği ve yazıldığı şartları dikkate
alarak bu olgunun mana boyutunu da ihmal etmemişlerdir. Bu itibarla Arap dili
40 el-Curcânî, s.106.
41 el-Curcânî, s.116.
Nahivcilerle Belagatçıların Me‘ânî Konularına Yaklaşımları ve Bunların Mukayesesi
22
Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Dergisi
belagatçılarıyla yöntemsel bir yakınlık içerisinde oldukları görülmektedir. Ancak
aralarındaki yaklaşım farklılığı kanaatimizce şudur: Nahivciler, değerlendirmelerinde kurallar arasındaki tutarlılığı öncelemektedirler. Belagatçılar ise yorum ve
değerlendirmelerini kurallara dayandırmakla birlikte cümlenin hangi şartlarda
söylendiği ve hangi gayeleri kapsadığı, mütekellimin mesajının muhatapta nasıl
bir etki yarattığı gibi anlamsal faktörlere daha çok dikkat çekmektedirler.
IV. İstisnâ
Nahiv ilminin önemli konularından biri de istisnâdır. İstisnâ konusu nahiv
kitaplarında mansûbât başlığı altında işlenmektedir. Mansûb dışında diğer i‘râb
formlarını almakla birlikte bu başlık altında işlenmesinin sebebi müstesnâ ile ilgili
‘Şayet cümle olumlu ve rükünleri tam ise vucûben mansûbtur.’ şeklindeki genel
hükümdür. Nahivciler, istisnâyı genel olarak “ َّ ل
ِإ
edatı veya kardeşlerinden sonra gelen ismi, önceki kısmın dâhil olduğu genel hükümden ayrı tutmak” şeklinde tanımlamışlardır. Örneğin; ً“ َ جاء َ القوْ ُ م الّ زَيْداZeyd hariç kavim geldi.” cümlesinde
( ُ القومtopluluk) kelimesinin dâhil olduğu hüküm, gelme eylemi olup ً( زيداZeyd)
ise bu hükmün dışında tutulmuştur.42 Nahivciler, istisnâyı tanımladıktan sonra
istisnânın unsurları (müstesnâ, müstesnâ minh, istisnâ edatları ve hüküm), istisnâ
çeşitleri (müstesnâ muttasıl, mustesnâ munkatı’ vs.), istisnâ edatları (, إلّ , غير, سوى
خل, عدا, حاشا , ليسvs.), istisnânın hükümleri ve istisnâda amel eden unsurlar gibi
konular ve bunlarla ilgili dilbilimcilerin ve dil ekollerinin geniş açıklamalarına yer
vermişlerdir. Örneğin; istisnâ edatlarından حاشاkelimesiyle ilgili oldukça ayrıntı-
ya gittikleri görülmektedir. Bu kelimenin ,حاش, حشا حاشاgibi farklı varyantlarından tutun, harf mi ya da fiil mi olduğuyla ilgili dilbilimciler ve ekoller arasındaki
görüş farklılıklarına kadar ayrıntılı bilgilere yer vermişlerdir.43
Belagatçılar, istisnâ ve onunla ilgili konuları belagatın üç ana unsurundan biri
olan me‘ânî ilminin kasr başlığı altında ele almışlardır. Kasr başlığı istisnâî cümle
yapılarının dışındaki bazı hususları da kapsamaktadır. Kasrın birçok yolu olup en
önemlilerinden biri de istisnadır.44
Belagatçılar, istisnâî cümle yapılarının tahlili sadedinde kullandıkları kavramlar ve bu tarz yapıların anlamsal inceliklerine yoğunlaşmaları yönüyle nahivcilerden ayrılmaktadır. Lugatte hapsetmek, kısaltmak, belirlemek manasına gelen
kasr, belagatçıların tanımlamalarına göre özel bir yolla bir şeyi diğer bir şeye tahsis
etmektir. Diğer bir ifade ile sıfatı mevsûfa, mevsûfu ise sıfata özgü kılmaktır. Buna
42 el-Galâyînî, Mustafa, Câmiu’d-durûsi’l-Arabiyye, (Beyrut: el-Mektebetu’l-Asriyye, 1966), III, 127.
43 Fârisi, Ebû’l-Ali Hasen b. Ahmed b. Abdi’l-Ğaffâr, Kitâbu’l-izâh, thk. Kazım Bahrü’l-Mürcân, (Beyrut:
Alemu’l-Kutûb, 1996), s. 175-181; İbnu’l-Hâcib, Ebû Amr Cemaleddin Osman b. Ömer b. Ebî Bekr, el-İzâh
fî şerhi’l-mufassal, thk. Musa Benay Alilî, (Bağdad: Vizâretu’l-Evkâf ve’ş-Şuûni’d-Diniyye, 1982), I, 359, 79;
Hasan, ‘Abbâs, en-Nahvu’l-vâfî, (Kahire: Dâru’l-Maârif, 1973), II, 354.
44 Akkâvî, İnâm Fevvâl, Mu’cemu’l-mufassal fi ulûmi’l-belâga, (Beyrut: Dâru’l-Kutûbi’l-‘İlmiyye, 1996), s. 629;
Haşimî, s. 146.
Nahivcilerle Belagatçıların Me‘ânî Konularına Yaklaşımları ve Bunların Mukayesesi
23
Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Dergisi
göre birincisine maksûr (tahsis edilen), diğerine ise maksûr aleyh (kendisine tahsis edilen) denir. Örneğin; َ م اِلّ َ خ ِ ل ٌ يل
ِه
“ َ ما فSadece Halil kavradı.” cümlesi anlam
olarak kavramayı sadece Halil’e tahsis etmekte, diğerlerinden ise nefyetmektedir.
ّ الedatından önceki فهمlafzı maksûr, خليلkelimesi ise maksûrun aleyh’dir.45
Arap dili belagatçıları, kasr üslûbunu üç kategoriye ayırmışlardır:
Birincisi: Hakikat itibariyle kasr ki kasr-ı hakikî ve kasr-ı iddiâî olmak üzere
iki kısma ayrılır. İlahlığın yalnızca Allah’a mahsus olduğunu ve vakıada da böyle
olduğunu ifade eden “ ل إله إل الAllah’tan başka ilah yoktur.” cümlesi, kasr-ı hakikiye örnek verilebilir. Şayet maksûrun aleyhin dışındakilerin yok sayıldığı bir
hükümde aşırı ve farazî bir anlatım tercih edilirse, bu durumda kasr-ı iddâyî olur.
Şevki’nin dışında başka şair olmadığı iddiasını ihtiva eden “ ل شاعر إل شوقيŞevki’nin
dışında şâir yoktur.” örneğindeki gibi.
İkincisi: Sıfatın mevsûfa ya da mevsûfun sıfata tahsis edilmesi biçimindeki
kasrdır. Sıfatın mevsûfa tahsisi başlığı ayrıca kasr-ı hakikî kategorisinde de değerlendirilebilir. Mesela, “ لَ رَازِ َ ق إلّ ا ُ لAllah’tan başka rızık veren yoktur.” cümlesinde
rızık sıfatı sadece ve sadece Allah’a tahsis edilmiştir. Mütenebbî’nin sadece şairlik
vasfının olduğu, hitabet ya da benzer sıfatlarının olmadığı vurgusunu öngören َ ما
ٌ“ الم َُ ت َ نبِّ ُ ي ّ إل َ ش ِ اعرMütenebbî yalnızca şairdir.” cümlesi ise mevsûfun sıfata tahsisine
örnek verilebilir.
Üçüncüsü: Muhatabın haliyle ilgili olan kasrdır. Bu da kendi içinde üç kısma
ayrılmaktadır.
Kasru kalb: Muhatabın, mütekellimin tespit ettiği hükmün aksine bir düşüncesinin bulunmasıdır. Sefere çıkanın Ali değil de Halil olduğu düşüncesinde olan
muhatabın bu düşüncesinin yanlış olduğunu ifade eden “ َ م َ ا س َ افرَ ّ إل َ ع ِ ل ٌّ يSadece Ali
sefere çıktı.” ifadesi buna örnek verilebilir.
Kasru İfrâd: Muhatabın, mütekellim’in tespit ettiği hükme başka birisinin de
ortak olduğu düşüncesinde olması. Muhatabın Ali’nin dışında başka birisinin de
cömertlik vasfına sahip olduğu fikrine mukabil, mütekellim’in cömertliği sadece
Ali’ye hasrettiği, “ َ ما كَ ِ ريمٌ ِإ ّ ل َ ع ِ ل ٌّ يSadece Ali cömerttir.” örneğindeki gibi.
Kasru ta‘yîn: Muhatabın, mütekellim’in hükmü tahsis ettiği kişi ile ilgili şüphesinin olması. Muhatabın sefere çıkan kişinin Ali mi ya da başka birisi mi olduğu
ile ilgili şüphesinin, “ َ م َ ا س َ افرَ ِإ َّ ل َ ع ِ ل ٌّ يSadece Ali sefere çıktı.” ifadesiyle seferin yalnızca
Ali’ye tahsis edildiği cümle deki gibi.46
İstisnâî cümle yapılarını oluşturan kelimelerin i‘râb hususiyetlerini açıklamayı öncelikli bir görev addeden nahivcilerden farklı olarak belagatçılar, ağırlıklı ola-
45 Teftazânî, Muhtasaru’l-me‘ânî, s. 172; Haşimî, s. 146.
46 el-Kazvinî, s.137; Teftazânî, s. 175,81; Haşimî, s. 149,52; Cârim, Ali-Emin, Mustafa, el- Belâgatu’l-vâdıha, (Dı-
maşk: Mektebetu İlmi’l-Hadis, 2005), s. 260; Bolelli, Nusrettin, Belagat (Beyân-Me‘ânî- Bedi İlimleri), (İstanbul: İFAV Yay., 2011), s. 311-322.
Nahivcilerle Belagatçıların Me‘ânî Konularına Yaklaşımları ve Bunların Mukayesesi
24
Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Dergisi
rak bu tür cümle yapılarındaki gramatik faktörlerin arkasında gizli olan anlamsal
inceliklerin ve sırların neler olabileceği, mütekellimin muhataba ulaştırmak istediği mesajın ne tür hususiyetler ihtiva ettiği gibi konular üzerinde durmaktadırlar.
Bu bağlamda birtakım gerekçeler zikretmişlerdir. En önemli gerekçelerden birisi,
ِد
“ َ ل َ صلَةَ ْ إل بِ ُ سورَ ِ ة الَ ْ مNamaz ancak Fatiha’yla olur.” örneğinde olduğu gibi sözün
vurgulu bir biçimde söylenerek zihne yerleştirilmesidir.
Belagî ifadelerin en önemli niteliklerinden olan sözün özlü ve açık olması
istisnâî cümle yapıların esas hedeflerinden biridir. Örneğin, وَ َ ما الَياةُ ُّ الد ّ نيا إل َ ل ْ ه ٌ و وَ َ ل ِ ع ٌ ب
“Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir.” (Ankebût, 29/64) ayet-i
kerimesi istisnâ cümle formuyla dünya hayatının geçici olduğu mesajını oldukça
etkili ve özlü bir üslupla bütün insanlığa aktarmıştır.47
V. Takdîm-Tehîr
Takdîm, normal sözdiziminde sonra gelmesi gereken bir öğeyi öne almak;
tehîr ise önce gelmesi gereken bir öğeyi sonraya bırakmaktır.48 Nahivciler ve belagatçılar, Arapça’nın cümle yapısıyla ilgili olan takdîm-tehîr konusuna oldukça
önem vermişlerdir.
Nahivciler, cümleyi oluşturan birimlerin takdîm-tehîrinde, öncelikle gramatik kuralların esas alındığı daha sonra anlam inceliklerinin göz önünde bulundurulduğu bir yaklaşım biçimini tercih etmişlerdir. Ancak nahvî olguların illetlerini
açıklama zorunluluğunu öncelemeleri sebebiyle çoğunlukla bu olgunun arkasındaki anlamsal faktörleri dikkate almamışlardır. Nahvî faaliyetlerin başladığı erken
dönemlerden itibaren cümle üzerinde yapılan gramatik analizlerde bunu açıkça
görmek mümkündür.
Nahivciler, takdîm-tehîr olgusunun daha çok nahvî hükümleri üzerinde durmuşlardır. Takdîm-tehîrin câiz ve vâcib olduğu durumlar ile câiz ve vâcib olmadığı
durumlarla ilgili geniş açıklamalara yer vermişlerdir. Cümleyi oluşturan mübtedâ-
haber, fâil, mef ‘ûl, hâl, temyîz, sıfat, istisnâ, istifhâm gibi öğelerin bilinen cümle
formlarından farklı biçimlerde gelmesinin gramer kurallarına uygunluğu ve bunların gerekçeleri üzerinde yoğunlaşmışlardır. Mesela Sîbeveyh; أين, كيفgibi soru
isimlerinin cümlenin başını (sadaret) talep ettiklerini, dolayısıyla cümle başında gelmelerinin vucûbî olduğunu ifade etmektedir. ٌ أَ َ ين زَيْدörneğinde زيدmübtedâ
muahhar, soru ismi أينise mukaddem haberdir. ّ ثمve ههناgibi zarfların da bazen
mübtedânın önüne geçerek mukaddem haber olabileceğini söylemektedir.49 O,
normal cümle tertibinde fâilin mef ‘ûlden önce geldiğini bunun hem güzel hem
de yaygın kullanımının olduğunu belirtikten sonra mef ‘ûlün fâile mukaddem
olmasının da câiz olduğunu, َ ضرَ َ ب زَ ً يد َ ا عبْ ُ د ا ِ لörneğiyle açıklamaktadır. Ona göre
47 Haşimî, s. 151.
48 Akkâvî, Mu’cemu’l-mufassal fi ulûmi’l-belâga, s. 411.
49 Sîbeveyh, II, 128.
Nahivcilerle Belagatçıların Me‘ânî Konularına Yaklaşımları ve Bunların Mukayesesi
25
Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Dergisi
mef ‘ûl konumdaki زيداkelimesi ehemmiyetine binaen, fâil konumundaki عبد ال
tamlamasından önce gelmiştir. Anlamsal bir probleme sebebiyet vermediği için
bu takdîmde bir beis olmadığını ifade etmektedir.50 Buradan da Sîbeveyh’in nahvî
faktörlerle birlikte takdîm-tehîr olgusunu izah ederken zaman zaman anlamsal
yöne de dikkat çektiği anlaşılmaktadır.
Takdîm-tehîr olgusu, Arap dilinde yaygın bir kullanımı olup cümlenin birçok
öğesini kapsasa da nahivciler, bu olgunun bazı durumlarda caiz olmadığını söylemektedirler. Nahivcî İbn Serrâc (ö. 316/929), bunları on üç madde halinde örneklerle ayrıntılı bir biçimde eserinde açıklamıştır. 51 Örneğin sıla mevsûlün, sıfat
mevsûfun, muzâfün ileyh muzâfın, fâil fiilin önüne geçemez. Ayrıca dilbilimciler
bunlara ek olarak bazı şartlar da öne sürmüşlerdir. Mesela, İbn Cinnî’ye göre, fâilin
fiile takaddümü caiz olmadığı gibi, nâib-i fâil de fiilin önüne geçemez.52 Anlamda
iltibasa sebep olmamak kaydıyla bunların dışında yapılan takdîm-tehîrler caizdir.
Nahivciler gibi belagatçılar da takdîm-tehîr konusuna önem vermişler ve
eserlerinde me‘ânî bölümünde detaylı bir biçimde bu konuyu ele almışlardır.
Abdulkâhir el-Curcânî, konunun önemi hakkında şunları söylemektedir: “Bu
konu çok faydalı, güzellikleri fazla, söz üzerinde geniş tasarruf imkânı sağlayan,
uzak hedefleri olan bir konudur. Kusursuz bir ifade ile ilgili sana sürekli ışık tutar. Latif bir üslûp elde etmeni sağlar. Dinlediğinde seni etkileyen ve konumu senin
hoşuna giden, bir şiir gördüğünde seni etkileyen ve hoşuna gitmeni sağlayan şeyin
şiirdeki takdîm ve lafzın bir yerden başka bir yere taşınması olduğunu görürsün.”53
Bu alıntıda el-Curcânî, takdîmin uslûp çeşitliliğine katkısı olduğunu, nefsin kabul
edeceği yeni anlamlara olanak sağladığını ifade etmektedir. el-Curcânî, bu olgunun önemine değindikten sonra takdîmin iki şekilde olduğunu söylemektedir: 54
Birincisi: Te’hîr niyetiyle yapılan takdîmdir. Burada öğeler normal dizilişteki
i‘râb hükmünü korumaktadırlar. Haberin takdim edildiği ٌ“ ُ منْ َ ط ِ لقٌ زَيْدAyrılmaktadır
Zeyd.” cümlesi ile mef ‘ûlün bihin takdîm edildiği ٌ “ َ ضرَ َ ب َ ع ْ مرًا زَيْدAmr’ı Zeyd dövdü.”
örnekleri gibi. Her ne kadar birinci cümlede haber, diğer cümlede mef ‘ûl mukaddem olsa dahi her ikisi de i‘râb hükümlerini korumuşlardır.
İkincisi; tehîr niyetiyle yapılmayan takdîmdir. Burada ise lafız sahip olduğu
hükümden başka bir hükme intikal etmektedir. Mesela, ُ“ زَيْدٌ الم ُ نْ َ ط ِ لقZeyd ayrılan
kişidir.” cümlesi ile ُ“ زَيْدٌ الم ُ نْ َ ط ِ لقAyrılan kişi Zeyd’dir” cümlelerinde lafızların yerinin
değişmesiyle i‘râb hükümleri de değişmektedir. Bu değişimin en önemli sebebi,
mübtedâ ve haber öğelerinin marife ve nekralıkta eşit olmalarıdır.
50 Sîbeveyh, I, 34.
51 İbnu’s-Serrâc, Ebû Bekr Muhammed b. Seri b. Sehl el-Bağdadî, el-Usûl fi’n-nahv, thk. ‘Abdulhuseyn Fetilî,
(Beyrut: Muessesetu’r-Risâle, 1985), s. 222, 456. Ayrıca ayrıntılı bilgi için bkz. İbn Cinnî, el-Hasâis, II, 382,90.
52 İbn Cinnî, II, 385.
53 el-Curcânî, s. 85.
54 el-Curcânî, s. 85.
Nahivcilerle Belagatçıların Me‘ânî Konularına Yaklaşımları ve Bunların Mukayesesi
26
Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Dergisi
Belagatçılar, genellikle takdîm-tehîrin kısımlarından, faydalarından ve amaç-
larından bahsetmektedirler. Özellikle bu olgunun arkasındaki retorik gerekçeler üzerinde durmuşlardır. Belagatçılar, lafızların ve terkiplerin cümlede bilinen
formların dışında gelmesini lafzı güzelleştirmek ve mananın etkisini artırmak,
tahsîs, kasr, muhatabı teşvik etme, medîh, zem, taaccüp, tazîm, seci ve cümledeki
vezin gibi bir takım faktörlere bağlamaktadırlar.55 Sekkâkî, başta cümlenin ana unsurlarından müsned ve müsnedün ileyh olmak üzere diğer unsurların takdîm ve
tehîrden kaynaklanan durumlarını örneklerle detaylı bir şekilde izah etmektedir.56
Bu olgu sebebiyle cümledeki lafız ya da terkiplerin elde ettiği anlamsal inceliklerden bazıları şöyledir:
a. Cümledeki bazı öğeler, lafzı güzelleştirmek ve mananın etkisini artırmak
amacıyla hakkı tehîrken takdîm olabilir. Mesela; ٌ* ِإ َ لى رَبِّ َ ها نَ ِ اظرَةٌ وُ ُ جوهٌ يَوْ َ م ِ ئ ٍ ذ نَّ ِ اضرَة
“Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır.” (Kıyâme,
75/22,23) ayet-i kerimede câr ve mecrûrdan mürekkep َ لى رَبِّ َ ها
ِإ
ifadesinin takdimiyle ahirette rüyet Allah’a tahsis edilmiştir. Aynı şekilde بَ ِ ل ا َّ َ ل َ ف ْ اع ُ بدْ وَكُ ِّ ن منْ َّ الش ِ اك ِ ر َ ين
“Hayır! Yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol! ” (Zümer, 39/66) ve يَّ َ اك نَ ْ ع ُ ب ُ د
ِإ
يَّ َ اك نَ ْ س َ ت ِ عينُ
ِ
( “ وإAllahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.” (Fâtiha, 1/5) ayet-i kerimelerde mef ‘ûl konumundaki ا َّ َ لve يَّ َ اك
ِإ
lafızlarının,
âmilleri olan ْ َ ف ْ اع ُ بدve نَ ْ ع ُ ب ُ دfiillerine takdim edilmeleriyle ibadetin yalnızca Allah’a
özgü olduğu, O’nun dışındaki hiçbir varlığa ibadet olunmayacağı vurgulanmaktadır. Ayrıca kulun ve ibadetinin, mabûda takkadüm edilmemesinde ahlakî bir
inceliğe de işaret edilmiştir. Şayet normal sözdiziminde gelmiş olsaydı bu anlamsal
incelikler ortaya çıkmazdı.57
b. Müsned (haber), tahsîs amacıyla müsnedün ileyhe (mübtedâ) takdîm edilebilir: Örneğin; “ غَ ٌ ول ل فِيهاSadece onda baş ağrısı yoktur.” (Saffât, 37/47) ayetinde
müsnedin takdîmiyle tahsîs yapılmıştır. Ancak ِ“ ل رَيْ َ ب فِيهOnda (Kur’ân’da) hiç bir
şüphe yoktur.” (Bakara, 2/2) ayeti ise takdîm-tehîr yapılmaksızın normal sözdiziminde gelmiştir. Böylece فِيهاifadesinin takdiminden kaynaklanacak anlamsal
problemin önüne geçilmiştir. Çünkü şüphenin sadece Kur’ân’da olmadığı şeklindeki bir tahsis, sanki diğer kutsal kitaplarda şüphe varmış gibi bir vehmin varlığını
çağrıştırmaktadır.58
c. Müsnedün ileyhin anılmasını teşvik için takdim yapılabilir: Şâirin;
“ Üç şey, güzelliğiyle dünyayıثَلثَ ٌ ة تُ ْ ش ِ ر ُ ق ُّ الدنْيا بِ َ ب َ هجتِ َ ها ش ْ م ُ س ُّ الضحي وَ أبُو اِ ْ س َ حاق وَ َ الق َ مرُ
aydınlatmaktadır: Kuşluk güneşi, Ebu İshak ve ay.” ifadesindeki gibi.
Kısaca, Arapça’nın cümle yapısıyla ilgili olan takdîm-tehîr konusu, Arap dil-
55 Merâğî, s.100.
56 el-Kazvinî, s.74.
57 Merâğî, s. 100,101.
58 el-Kazvinî, s. 124.
Nahivcilerle Belagatçıların Me‘ânî Konularına Yaklaşımları ve Bunların Mukayesesi
27
Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Dergisi
bilimcilerin ilgilendikleri temel konulardan biridir. Nahivciler, takdîm-tehîrden
kaynaklanan faktörlerin cümlenin gramatik yapısı üzerindeki etkileri hakkında
detaylı tahliller yapmakla birlikte, zaman zaman bu olgunun sebep olduğu anlamsal değişimlere de temas etmektedirler. Takdîm-tehîr olgusundan kaynaklanan
i‘râb formlarının izahını önceleyen nahivcilerden farklı olarak belagatçılar, daha
çok bu formların arkasındaki anlamsal faktörler üzerinde durmuşlardır. Bu da di-
ğer cümle yapılarında olduğu gibi takdîm-tehîr nitelikli cümlelerde kural eksenli
gramatik tahliller yerine kelimeler arasındaki anlam ilişkilerinin hâkim olduğu bir
yöntem farklılığına sebep olmaktadır.
Değerlendirme ve Sonuç
Nahivciler ve belagatçıların kendilerine özgü yaklaşım biçimleri, dilsel konularda farklı yorum ve değerlendirmelerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Esasında iki grubun dilsel olguları izah etme çabaları, cümleyi oluşturan kelimelerin tertibinde mananın rolü ekseninde cereyan etmektedir. Zira her iki gruba
göre dilbilimin amacı, dilsel olguları anlaşılır kılmak ve bu olguları en doğru bir
biçimde muhataba ulaştırmaktır. Her ne kadar iki grup gayede hemfikir olsa da
gerek yöntemsel gerekse dilsel araçlar yönüyle aralarında bazı farklılıklar vardır.
İki grubun esas aldıkları yöntem ve kullandıkları araçlar arasındaki bu farklılıklar,
gramatik analizlerde ve anlamsal çıkarımlarda kendini açıkça göstermektedir. Nahivciler, cümleyi oluşturan birimler arasındaki gramatik açıklamaları öncelerken
belagatçılar ise retorik izahları, üslup ve anlam değişimlerini öncelemektedirler.
Nahivciler, cümleyi oluşturan öğeler arasındaki anlamsal ilişkiden ziyade bu
birimler arasındaki gramatik faktörler üzerinde yoğunlaşmaktadırlar. Özellikle
nahvin kendi sistematiği içerisinde geliştirdiği âmil teorisi çerçevesinde, cümlenin
i‘râb tahliline önem vermişlerdir. Ancak nahivciler, anlamsal bir gereklilik olmamakla birlikte bu teoriye dayandırdıkları kurallar doğrultusunda cümlede i‘râb
tahlilleri yapmak suretiyle oldukça detaya girmişlerdir. Belagatçılar ise formel
hususlardan ziyade ancak hassas duygularla anlaşılabilecek metnin edebî ruhunu
esas alan izahlar üzerinde yoğunlaşmışlardır. Cümleyi oluşturan lafızların sözdizimi nahvî anlamlar, i‘râb vecihleri ve hükümler üzerine mebnidir. Belagatla ilgili
incelikler ise özel yöntemle telif edilen lafızların taşıdığı anlamlarda gizlidir.
Nahivciler ve belagatçılar arasındaki yaklaşım farklılıklarıyla ilgili dilbilimsel kaynaklarda teorik nitelikteki bu tespitleri destekleyen birçok somut veri yer
almaktadır. Özellikle isim cümlesi ve bu cümlelerin farklı formlarda gelen haber
öğesiyle ilgili yapılan tahliller, nahivcilerin cümle çözümlemelerinde manadan ziyade terkipsel ve şekilsel yapıları esas aldıkları, belagatçıların ise nahiv kuralları
üzerine inşa ettikleri retorik bir yorumla daha işlevsel bir yaklaşım biçimini tercih
ettiklerini göstermektedir.
Nahivcilerle Belagatçıların Me‘ânî Konularına Yaklaşımları ve Bunların Mukayesesi
28
Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Dergisi
Nahvin ve belagatın ortak konularından biri, cümledeki öğelerden birinin ya
da birkaçının düşürülmesi anlamındaki hazftir. Nahivciler, hazf olgusunun açıklanmasında âmil teorisini esas almakla birlikte cümlenin söylendiği ve yazıldığı
şartları dikkate almışlardır. Ancak nahivciler, konuyla ilgili analizlerinde daha
çok nahvî kurallar arasındaki tutarlılığı öncelerken, belagatçılar ise bu unsurların
hazfedilmesinin gerekçelerinin neler olduğu ve bunların anlam itibariyle cümleye katkılarının hangi düzeyde olduğu gibi hususlara odaklanmışlardır. Başka bir
ifade ile hazfedilen unsurların gramatik tahlilleri yerine, mütekellimin böyle bir
üslubu tercih etmesinin gerekçesi ya da gerekçelerinin neler olabileceği noktalara
dikkat çekmişlerdir. Dolayısıyla belagatçıların hazf konusundaki temel yaklaşımları, mütekellimin retorik gereksinimlerine dayanmaktadır. Cümledeki bazı unsurların zikredilmemesi, hazf uslûbunu daha etkileyici kılmaktadır. Onlara göre
mütekellimin muhataba ulaştırmak istediği mesaja halel gelmemesi kaydıyla cümlenin bağlamına göre bu amaçlar çeşitlenebilir ve artabilir.
İstisnâî cümle yapılarını oluşturan kelimelerin i‘râb hususiyetlerini açıklamayı öncelikli görev addeden nahivcilerden farklı olarak belagatçılar, ağırlıklı olarak
bu tür cümle yapılarındaki gramatik faktörlerin arkasında anlamsal inceliklerin
ve sırların neler olabileceği, mütekellimin muhataba ulaştırmak istediği mesajın
ne tür özellikler ihtiva ettiği gibi konular üzerinde durmaktadırlar. Bu bağlamda
birtakım gerekçeler zikretmişlerdir. En önemli gerekçelerden birisi, sözün vurgulu
bir biçimde söylenerek zihne yerleştirilmesidir.
Nahivciler, takdîm-tehîr olgusundan kaynaklanan faktörlerin cümlenin gramatik yapısı üzerindeki etkileri hakkında detaylı tahliller yapmakla birlikte zaman zaman bu olgunun sebep olduğu anlamsal değişimlere de değinmektedirler.
Ancak nahvî olguların illetlerini açıklama zorunluluğunu öncelemeleri sebebiyle
çoğunlukla bu olgunun arkasındaki anlamsal faktörleri göz ardı edebilmektedirler. Takdîm-tehîr olgusundan kaynaklanan i‘râb formlarının izahını önceleyen
nahivcilerden farklı olarak belagatçılar, daha çok bu formların arkasındaki anlamsal faktörler üzerinde durmuşlardır. Bu da diğer cümle yapılarında olduğu gibi
takdîm-tehîr nitelikli cümlelerde kural eksenli gramatik tahliller yerine, kelimeler
arasındaki anlam ilişkilerinin hâkim olduğu bir yöntem farklılığına sebep olmaktadır.
Kaynakça
‘Akkavî, İn‘âm Fevvâl, Mu‘cemu’l-mufassal fî ulûmi’l-belâga, (Beyrut: Dâru’l-Kutûbi’l-
İlmiyye, 1996).
‘Âmir, Fethî Ahmed, Fikretu’n-nazm beyne vucûhi’l-i‘câz fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, (İskenderiye: Münşeâtu’l-Maârif, 1991).
Bolelli, Nusrettin, Belagat (Beyân-Me‘âni-Bedi İlimleri, Arap edebiyatı), (İstanbul: İFAV, 2011).
Bulut, Ali, Belagat, (İstanbul: İFAV yay., 2013).
Berdâî, Sa‘deddîn Sa‘dullâh, Hedâiku’d-dekâik, (Dımaşk: Matbaatu’t-Terâkî, 1952).
Nahivcilerle Belagatçıların Me‘ânî Konularına Yaklaşımları ve Bunların Mukayesesi
29
Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Dergisi
Câhiz, Ebû Osmân ‘Amr b. Bahr b. Mahbûb el-Kinânî el-Leysî, el-Beyân ve’t-tebyîn, thk.
Abdüsselam Muhammed Hârûn, (Kahire: Mektebetu’l-Hancî, 1998).
Cârim, Ali- Emîn, Mustafa, el-Belâgatu’l-vâdıha, (Beyrut: Mektebetu ‘İlmi’l-Hadîs, 2005).
İbn Cinnî, Ebu’l-Feth Osmân el-Mevsılî, el-Hasâis, thk. Muhammed Ali Neccâr, (Mısır:
Mektebetu’l-İlmiyye, ty.)
Curcânî, Ebû Bekr ‘Abdulkâhir b. ‘Abdurrahmân ‘Abdulkâhir, Delâilu’l-i‘câz fî ‘ilmi’lme‘ânî, (Beyrut: Dâru’l-Marife, 1994).
Dayf, Şevkî, el-Belâga, (Kâhire: Dâru’l-Meârif, 1965).
el-Ğalâyinî, Mustafa, Câmi‘u’d-durûsi’l-‘Arabiyye, (Beyrut: el-Mektebetu’l-‘Asriyye, 1966).
Hasan, ‘Abbâs, en-Nahvu’l-vâfî, (Kahire: Dâru’l-Ma‘ârif, 1973).
Haşimî, Ahmed, Cevâhiru’l-Belâga fi’l-me‘ânî ve’l-beyân ve’l-bedi’, (Beyrut: Dâru’l-Fikr, 1994).
İbn Hişâm, Ebû Muhammed Cemâluddin ‘Abdullâh b. Yûsuf,
_________, Şerhu katri’n-nedâ ve bellis-sadâ, thk. Muhammed Hayru Tu‘gme Halebî,
(Beyrût: Dâru’l-M‘arife, 2005).
_________,Muğni’l-lebîb ‘an kutûbi’l-e‘arib, thk. ‘Abdullatîf Muhammed Hatîb, (Kuveyt:
Turâsu’l-Arabî, 2000).
Kazvinî, Ebu’l-Me‘âlî Celaluddîn el-Hatîb Muhammed, et-Telhîs fi ‘ulûmi’l-belâga, (Kâhire:
Dâru’l-Fikri’l-Arabî, t.y.).
Kurtûbî, Ebû ‘Abdillâh Muhammed b. Ahmed el-Ensârî, el-Câmi‘ li ahkâmi’l-Kur’ân, thk.
‘Abdullâh b. ‘Abdulmuhsin et-Türkî, (Beyrut: Muessesetü’r-Risâle, 2006).
İbn Mâlik, Ebû ‘Abdillâh Cemâleddîn Muhammed b. ‘Abdullâh, Şerhu’t-teshîl li ibn Mâlik,
(Cize: Mektebetu Hicr, 1990).
Merâğî, Ahmed Mustafa, ‘Ulûmu’l-belâga (el-beyân ve’l-me‘ânî ve’l-bedi’), (Beyrut: Dâru’lKutûbi’l-İlmiyye, 2002).
Meydânî, ‘Abdurrahmân Hasan Habenneke, el-Belâgatu’l-‘Arabiyye, (Dımaşk: Dâru’lKalem, 1996).
Râzî, Ebû ‘Abdillâh Fahreddîn Muhammed b. Ömer Fahreddîn, et-Tefsîru’l-kebîr
(Mefâtihu’l-ğayb), (Beyrut: Dâru’l-Fikr, 1981).
Sekkâkî, Ebû Ya‘kûb Sirâceddîn Yusûf b. Ebû Bekr b. Muhammed, Miftâhu’l-‘ulûm, (Beyrut: Dâru’l-Kutûbi’l-‘İlmiyye, 1983).
Sîbeveyhi, Ebû Bişr ‘Amr b. Osmân b. Kanber el-Hârisî, el-Kitâb, thk. Abdusselâm Muhammed Hârûn, (Kâhire: Mektebetu Hancî, 1988).
Suyûtî, Ebû’l-Fadl Celâledîn ‘Abdurrahmân b. Ebî Bekr,
_____el-Behçetu’l-mardiyye fi şerhi’l-elfiyye, (Kûm: Mektebetu’l-Mufîd, t.y.).
_____Hem‘u’l-hevâmi‘ fî şerhi cem‘i’l-cevâmi‘, thk. Ahmed Şemseddin, (Beyrut: Dâru’lKutûbi’l-İlmiyye, 1998).
Tâbâne, Bedevî Ahmed, Mu‘cemu belâgati’l-‘Arabiyye, (Cidde: Dâru’l-Menâre, 1988).
Teftezânî, Sa‘deddîn Mes‘ûd b. Ömer b. ‘Abdullâh, Muhtasaru’l-me‘ânî, (İstanbul: yy., t.y.).
Zemahşerî, Cârullâh Mahmûd b. Ömer b. Muhammed, el-Keşşâf ‘an hekâiki ğevâmizi’ttenzîl ve ‘uyûni’l-ekâvil fî vucûhi’t-te’vîl, thk. ‘Adil Ahmed ‘Abdulmevcûd, Ali Muhammed
Mu‘avviz, (Riyâd: Mektebetu’l-Ubeykân, 1998).
Fârisî, Ebû’l-Ali Hasen b. Ahmed b. ‘Abdi’l-Ğeffâr, Kitâbu’l-idâh, thk. Kazım Bahru’lMurcân, (Beyrût: ‘Âlemu’l-Kutûb, 1996).
İbnu’l-hâcib, Ebû ‘Amr Cemâleddîn Osmân b. Ömer b. Ebî Bekr, el-İdâh fî şerhi’l-mufassal,
thk. Musa Benay ‘Alilî, (Bağdad: Vizâretu’l-Evkâf ve’ş-Şuûni’d-Diniyye, 1982).
İbnu’s-Serrâc, Ebû Bekr Muhammed b. Serî b. Sehl el-Bağdadî, el-Usûl fi’n-nahv, thk. ‘Abdulhuseyn Fetilî, (Beyrut: Muessesetu’r-Risâle, 1985).

Konular