NAHİV İLMİNİN KURUCUSU:

NAHİV İLMİNİN KURUCUSU:

Nahiv ilminin hicri birinci asrın ikinci yarısında kurulduğu ve bu ilmin kurucusunun ise, Ebû'l Esved ed-Düelî (v. 79) olduğu kabul edilmektedir. Değişik rivâyetler bulunmakla beraber, Ebû'l Esved'in Arapça ilmiyle ilgilenmesi hususunda ilk teşvikin Hz. Ali b. Ebî Tâlib (v. 40) tarafından yapıldığı kabul edilmektedir. Hz. Ali, Ebû'l Esved'e Nahv'in temel ilkelerini açıklamış ve ona kelâm'ın isim, fiil ve harf olmak üzere üç kısma ayrıldığını öğretmiştir.

Bir rivâyete göre; Ebû'l Esved, kendi zamanında şahid olduğu çeşitli gramer hataları karşısında Nahv ile ilgilenmenin zarûretini hissetmiş ve hemen çalışmaya koyulmuştur. Böylece 'Basriyyûn' denen 'Basra Dil Mektebi'nin temelini atmıştır. Daha sonra değişik görüş ve delillendirmelerle bu ekole tepki olarak ortaya çıkan, Ebû Ca'fer Muhammed b. Ebî Sâre er Ruâsî kuruculuğundaki 'Küfe ekolü' de faydalı çalışmalar gerçekleştirmiştir.

Ebû'l Esved, bir adamın Tevbe Sûresindeki bir Âyeti yanlış okuduğunu görmüştü ve çok endişelenip, durumu Hz. Ali ile istişare etti. Hz. Ali de dil hatalarına karşı bazı tedbirler alma ihtiyacı duydu. Ve kelâm'ın isim, fiil ve harften meydana geldiğini ve diğer gramer konularını açıklayarak, Ebû'l Esved'e: "Bu yöne yönel, bu işi ele al, bu yola gir, bu minval üzere yap" anlamına gelecek şekilde أنحُ هذا النحوَ diye talimat verir. Bu talimatta geçen "nahv" kelimesinden dolayı, Arapça gramerinin adının "Nahiv" olduğu rivâyet edilmektedir.

Ebû'l Esved'in şâhid olduğu, gramer hatası yapılan Âyet şudur:

أَنَّ اللّهَ بَرِيءٌ منَ الْمُشْرِكِينَ وَرَسُولُهُ "Allah da O'nun Rasûlü de müşriklerden uzaktır." (Tevbe: 3)

Bu Âyeti bir adam, o dönemde;

أَنَّ اللّهَ بَرِيءٌ منَ الْمُشْرِكِينَ وَرَسُولِهِ şeklinde okumuştur.

Yani وَرَسُولُهُ kelimesini وَرَسُولِهِ şeklinde okuyarak, منَ الْمُشْرِكِينَ üzerine atfetmiştir.

Bu şekilde okuyuşla anlam -hâşâ- "Allah, müşriklerden ve Rasûlünden uzaktır" olmaktadır.

O Âyetin doğru i'râb şekli şöyledir:

Buradaki وَرَسُولُهُ kelimesi, atıf vâv'ı ile أَنَّ nin yerine ma'tûftur ve merfû'dur veya "Allah" lafzının mahalline atfedilmiştir. Ya da وَرَسُولُهُ kelimesi, haberi mahzûf bir mübteda olur. Takdiri ise; وَرَسُولُهُ بَرِيءٌ منَ الْمُشْرِكِينَ şeklindedir. Bu kelimeyi, -el-Hasan ve başkaları- mensûb olan "Allah" lafzı üzerine atfederek وَرَسُولَهُ şeklinde mensûb olarak da okumuşlardır.
Ekser-i ulemâya göre; Nahiv ilminin kurucusu kabul edilen Ebû'l Esved, tâbiînin ileri gelenlerindendir. Muhaddis, fakîh, dil âlimi ve şâirdir.

Nahiv ilminin kurucusu olarak Abdurrahman b. Hürmüz (v. 117) ile Nasr b. Âsım el-Leysî (v. 90)'nin adları zikredilirse de, bunların Nahv ilmini Ebû'l Esved'den öğrendikleri bilinmektedir.

Kur'ân'ın i'râbını öğrenmenin önemi:

Hz. Ebû Bekir: "Kur'ân'dan bir Âyet i'râb etmem (i'râbını öğrenmem), bir Âyet ezberlememden bana daha sevimlidir." [1]

Hz. Ömer: "Kur'ân'ın hıfzını öğrendiğiniz gibi, i'râbını da öğreniniz." [2]

Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer: "Kur'ân'ın i'râbını öğrenmek bize, harflerini öğrenmekten daha sevimlidir." [3]

Ebû Hüreyre'den rivâyet edildiğine göre; Peygamberimiz: أعْرِبُوا الْقرْآنَ "Kur'ân'ı i'râb ediniz" buyurmuştur. [4]

NAHİV İLMİNİN GAYESİ:

Muhammed Muhyiddin Abdülhamîd şöyle der: "Nahiv ilmini öğrenmenin meyvesi (faydası); Arapça kelâmda dili hatadan korumak, Kur'ân-ı Kerîm'i ve Peygamberimizin Hadîslerini doğru bir şekilde anlamaktır. O Kur'ân ve Sünnet ki, İslâm Şerîatının aslı ve eksenidir."

Arapça'yı öğrenmenin amacı, Allah'ın vahyini doğru bir anlayışla fehmetmektir. Arapça'yı öğrenip de Kur'ân ve Sünnetten habersiz yaşayan bir kimse, uçmayı bilip de uçmayan kuşa benzer.

NAHİV İLMİNİ (ARAPÇA'YI) ÖĞRENMENİN HÜKMÜ:

Kur'ân'da pek çok yerde Allah'ın Kitâbının akledilmesi, düşünülmesi, anlaşılması, sakınılması, öğüt alınması ve hidâyetine uyulması için gönderildiği bildirilmektedir.

Kur'ân; Hz. Peygamberin ve tüm Peygamberlerin davetlerinin anlaşılması için kavimlerinin lisanıyla gönderildiklerini ifade eder.

"Biz gönderdiğimiz her bir peygamberi -kendilerine apaçık anlatsın diye- ancak kendi kavminin diliyle gönderdik." (İbrâhîm: 4)

Âlimler de: "Arapça ilmini bilmedikçe, hiçbir kimsenin Allah'ın Kitabı hakkında konuşması câiz olmaz" demişlerdir.

Sayısız Âyet ve Hadîs-i Şerîflerdeki Kur'ân ve Sünnetin öğrenilmesini emreden Nasslar, zımnen Arapça öğrenmeye de birer teşviktirler. Selef ve bizden önceki Müslümanlar da bunu böyle anlamışlar ve Arapça öğrenimine azami gayret göstermişlerdir.

Ayrıca Peygamberimizin Sünneti de, bunu te’yîd etmektedir. Bedir esirlerinden okuma yazma bilen müşriklerden fidye vermeye güç yetiremeyenler, on Müslüman okuma yazma öğretme karşılığında serbest bırakılmıştır.

Usûlde de genel bir kâide vardır:
مَا لاَ يَتِمُّ الْوَاجِبُ إلاَّ بِهِ فَهُوَ وَاجِبٌ
"Vâcibin ancak kendisiyle tamamlandığı şey de vâciptir (farzdır)."
Bu kâideyi, kısaca şöyle açıklayabiliriz: Kur'ân'ı anlamak farzdır; Kur'ân'ın anlaşılmasının kendisiyle sağlandığı, tamamlandığı Arapça ilmini öğrenmek de vâcip yani farz olur.
Bu kâide, Hadîs inkârcılarının da aleyhine bir delildir. Yani, Din'in kendisiyle tamamlandığı Hadîsler de bağlayıcıdır.
Bu çok önemli meselede birkaç cümle söylemeden geçmeyelim. Allah, elçisine dinin parçası olarak Kur'ân dışında da vahiy göndermiştir. Bu Hadîslerin sonradan bozulduğunu iddia etmek, Allah'ı âcizlikle itham etmek demektir. Ya da Hadîslerin bağlayıcı olmadığını savunmak Allah'ın el-Hakîm sıfatına bir iftiradır. Çünkü O'nu abesle iştigal edici olarak görmektir bu iddia. Bu ifrât fikirlerden Allah'a sığınıyoruz!
Asıl konumuza dönersek; Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Arapçanın hükmü konusunda şöyle diyor: "Arapça'yı (Nahv'i) öğrenmek, farz-ı kifâyedir. Bazen de farz-ı ayn olur." Şöyle ki; âlimlerin ve Arapça'yı bilenlerin bulunmadığı bir yerde Arapça'yı öğrenmek Müslümanlara farz-ı ayn'dır. İçlerinden en az bir kişi Arapça öğreninceye kadar o beldedeki herkes günahkâr sayılır. Bu, bütün âlimlerin görüşüdür. Hatta belki de genel bir yaklaşımla şunu söylemek mümkündür. Ümmetin tamamına farz-ı kifâye olan ilimlerin en hayırlısı Arapça öğrenmektir. Fakat bu meselenin izâfî ve bulunulan şartlarla birlikte değerlendirilmesi gerektiğini de gözden uzak tutmamak gerekir. Bazen belki de tıp ilmini öğrenmek farz-ı kifâye ilimlerin en hayırlısı ya da en gereklisi olur. Bazen fiziği, bazen matematiği ya da bazen mimariyi... Dediğimiz gibi biz, genel bir yaklaşım ortaya koyduk.

Konular