MEHMED RÂŞİD EFENDİ’NİN, “NAZÎDE” KASİDESİNİN, ESKİ TÜRK, ARAP VE ACEM KÜLTÜR TARİHİNDEN TAŞIDIĞI İZLER

A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 39, Erzurum 2009
Prof. Dr. Hüseyin AYAN Özel Sayısı
       ~ 587 ~ 
MEHMED RÂŞİD EFENDİ’NİN, “NAZÎDE” KASİDESİNİN, ESKİ
TÜRK, ARAP VE ACEM KÜLTÜR TARİHİNDEN TAŞIDIĞI İZLER*
The Prints Which Brought From The Old Turkish, Arabic Culture History
Of Mehmed Raşid Gentelman’s “Nazide” Qasida
Dr. Kaşif YILMAZ**
ÖZ
Yazımıza Râşid Efendi’yi kısaca tanıttıktan sonra, şâirin bu kasideyle
ne yapmak istediğini söylediği girizgâh (konuya geçiş beyti) beyti ile
başlayıp, medhiyye bölümünden; peygamberlerden ve peygamberimizden,
dört halifeden, sahabelerden ve peygamberimizin kızı, Hz. Ali’nin hanımı
Hz. Fâtıma’dan bahseden 5. 6. 7. 8. 9. 10. beyitler ele alındı.
Yine kasidenin medhiyye bölümünden; Osmanlı’dan, Osmanlı
Padişahı’nın tutumundan, Ziyâ Paşa’nın Kıbrıs Mutasarrıflığına
tayininden bahseden 11. 14. 15. beyitler incelendi.
Aynı bölümden Arap kültür tarihinden bahseden 17. 18. 19. beyitler
üzerinde duruldu. Bu bölümün 23. beytinde Türk kültürünün İslâmiyet
öncesi durumuyla ilgili gelenek ve kültür kavramları diğer kaynaklardan
alınan bilgilerin paralelinde yorumlandı.
27. beyitte, Osmanlı Padişahı Abdulaziz’in Mekke ve Medine halkına
cömertçe yardımları dile getirildi.
29. beyitte, Osmanlı Hânedanı ile beraber tarih sahnesine çıkan ve
uzun zaman vezir-i âzamlık makamını ellerinde tutmuş olan bir Türk
ailesi hakkında verilen bilgiler üzerinde duruldu.
Yukarıda belirtilen Türk, Arap, Acem tarih ve kültürleriyle ilgili 31.
32. 33. 37. 38. 39. 40. 41. 42. 43. 44. 45. 46. 47. 48. 49. 51. 52. 59. 61. 67.
68. 70. 71. 73. 76. 77. 78. 79. 81. 89. 91. beyitler üzerinde çalışılıp
çıkarılan gerekli bilgiler okuyucuların dikkatine sunuldu.
Anahtar Sözcükler: Kaside Türk, Arap, Acem, İnanç, Tarih, Kültür.
ABSTRACT
After having introduced Raşid Gentelman in short,beginning our
writing with the couplet of the introduction to the subject on which he said
what he wanted to do with this qasida,from the chapter of praising; the
couplets of 5th,6th,7th,8th,9th,10th which mention about prophets and our
prophet,four caliphs,the companians of the prophet and our prophet’s
daughter ,Hz.Ali’s wife Hz.Fatma have been taken in hand.
Again from the praising chapter of the qasida; the couplets of
11th,14th,15th which mention about Ottoman,the behaviours of the Sultan

*
Bu çalışma, Mayıs 23-25 / 2005 tarihinde, Girne Amerikan Üniversitesince hazırlanan “Türk Dili
ve Kültürünün En Eski Dönemleri - Tarih Gelişme Çizgisi – Kıbrıs’a Ulaşması – Bugünkü
Durumu Uluslar Arası Bilgi Şöleni’nde sunulan bildiri metnidir. ** Lefke Avrupa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğrt. Üyesi.
TAED 39, 2009, 587-608
~ 588 ~ K. YILMAZ: Mehmed Râşid Efendi’nin Nazîde’ Kasidesinin Eski Türk, Arap
ve Acem Kültür Tarihinden Taşıdığı İzler
TAED 39, 2009, 587-608

of the Ottoman Empire,the appointment of Ziya Pasha’s to the Cyprus
adminstration have been studied.
From the same chapter on the couplets of 17th,18th,19th which
mention about Arabic culture history have been considered.
On the23rd couplet of this chapter the concepts of tradition and
culture related to the position of Turkish culture prior to Islam have been
commented in the light of the information taken from the other sources.
On the 27th couplet,the helps of the Sultan of Ottoman Empire
generously to the people of Mekke and Medine have been caused to talk.
On the 29th couplet ,the information given about a Turkish family
which appear in the scene of history with the Ottoman family and hold the
post of Head Ministry for a long time have been considered.
Identified above the couplets of 31st, 32nd, 33rd, 37th, 38th, 39th,
40th, 41st, 42nd, 43rd,, 44th, 45th, 46th, 47th, 48th, 49th, 51st, 2nd, 59th,
61st, 67th, 68th, 70th, 71st, 73rd, 76th, 77th, 78th, 79th, 81st, 89th, 91st
related to Arab,Persian history and culture have been studied on and the
necessary information have been presented to the attentions of the
readers.
Keywords: Qasida, Turks, Arab, Acem, Believe, History, Culture

ehmed Râşid Efendi : XIX. Asır Dîvan şairlerimizdendir. Fâtin
Tezkiresinde verilen bilgilere göre; Maliye Mektubî Kalemi’nde
çalıştı. Sonra, Şûrâ-yı Askerî’ye geçti. Ordu-yı Hümâyûn
Başkatipliği yaptı. Özel bir memuriyetle Eflak ve Boğdan’a gitti. İstanbul’a
dönüşünde Mektubî Seraskerî Odası’na girdi. Sisam’da çalıştı. Vidin Eyaleti
Meclis Reisliği’ne, Niğde, Semakov ve Amasya Kaymakamlığı’na tayin edildi.
Şiirleri vardır. Kasideleriyle tanınmıştır.
M
Türk Dîvan şiirinin kökleri İslâm öncesi Arap şiirine kadar çıkar. İslâmdan
sonra bu şiir tipi Arap edebiyatında gelişmiş, İranlılar, Türkler ve Hintlilerin bir
kısmı Müslüman olduktan sonra bu milletlerin de katkıları ile klâsik şeklini
almıştır. İslâm dünyasının bin yıldan beri tek şiir tipi olan Dîvan şiirinde
kaynaklar, dünya görüşü, hayat felsefesi, şekiller, temalar, motifler müşterektir.
Dîvan şiirinin ana kaynağı Kur’an, hadîs, peygamberler ve evliyanın hayatları,
İslâm büyüklerinin sözleri, enbiyâ kıssaları, mûcizeler, mitolojik şahsiyetler ve
efsânevî kahramanlardır.2
İncelediğimiz bu kasidede3
Mehmed Râşid Efendi, Sultan Abdülaziz’i
Divan gelenekleri içinde büyük mübalağalarla över, klâsik kahramanlarla
2 İ. Hilmi Soykut, Türk Şiirinde Unutulmaz Mısralar, Sönmez Neşriyat, İstanbul 1968, s. IV 3
Başbakanlık Osmanlı Arşivi; Plan Proje Katoloğu Genel Sıralama 1088 numarayla “Burdur
Kaymakamı Mehmed Raşid Efendi’nin Sultan Abdülaziz için yazdığı kaside 1289 nolu” özetiyle
kayıtlı kaynaktan alınmıştır. 4
Ahmet Talât Onay, (Hzl Cemal Kurnaz), Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı, Diyanet
Vakfı Yayınları, Ankara 1992, s. 9
A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 39, Erzurum 2009
Prof. Dr. Hüseyin AYAN Özel Sayısı
       ~ 589 ~ 

karşılaştırır ve padişahı onlardan üstün gösterir. Ayrıca, peygamberlerin ve
tarihteki ün sahibi devlet idarecileri ve başkanlarının hizmetlerinde bulunan
şairler ve diğer hizmet erbabından söz ederken, bu kişiler eğer Abdülaziz’in
hizmetinde de bulunmuş olsalardı, ondan ziyâdesiyle memnun olacakları fikrini
ileri sürer.
İran kültüründen bazı kahramanlar bizim şiirlerimize de geçmişlerdir.
Türk erlerini, İran hükümdar ve kumandanlarına benzetmek nedense hoşa gitmiş,
kimse sesini çıkarmamıştır. Halbuki, bizim şairlerimiz, Acemlerin merhum ve
mübalağalı şahısları yerine Türk kahramanlarını, Türk büyüklerini ele alsalardı,
bizim edebiyatımız ve kültürümüz gelişir, zenginleşirdi. Arada bazı şairlerimiz
İran kahramanlarını hafife alıp, hor görmüş olmalarına rağmen onların da genel
temâyüllerden ayrılmadığı eserlerinden anlaşılmaktadır.4
(Bu kasidenin şairi de,
aynı düşüncelere yakın olan fikirlerini 46. 47. 48. ve 49. beyitlerde
belirtmektedir.) Bu anlamda Nâbî’nin şu beyti dikkate değer:
Katı hâyîdedir evsâf-ı Ferîdûn u Peşeng
Katı pejmürdedir ahvâl-i Kubâd ü Behrâm
“Kubâd ve Behrâm’ın durumları, kesin pejmürdedir. Ferîdûn ve
Peşeng’in hâl ve hususiyetleri, kesin eskimiştir.”
Nedim’in haklı olarak dediği üzere Ali Paşa gibi bir Türk vezirinin
kahramanlıklarını bilenler bütün İran şahlarının kahramanlıkları hakkındaki
rivayetlere gülerler:
Sıfat-ı rezmini gûş edene suhriyye gelir
Harf-ı Dârâ vü Sikender sühan-ı Gîv ü Peşen
Sadr-ı Cem-kevkebe kim na’lçe eyler bulsa
Mûze-i pâyine ebrûlarını Rûyinten
“Cem tantanalı Ali Paşa’nın çizmesini bulsa İsfendiyar (Rûyinten)
kaşlarını na’lçe ederdi”. (Kaşlarının nalçeye benzetilmesi tuhaftır. İran’a ait
resim ve minyatürlerde kahramanların, pehlivanların kaşlarıda bıyıkları kadar
kalın ve uzun göründüğü için ihtimal Nedim bu münasebetle nalçeye işaret
etmiştir.) Nedim ayrıca, Dâmâd İbrahim Paşa hakkında :
Âsaf-ı ahd ki ikbâl ü celâlin görse
Cem ü Dârâ sözü Şehnâme’de efsâne gelir
diyerek Şehnâme kahramanlarının hayâlî ve efsâne olduğunu söylüyor.
Arap ve Acem büyüklerini hafife alan, küçümseyen Nedim, bütün çapkınlıklarına
rağmen – kim ne derse desin – mutaassıp bir Türkçüdür. Parmak hesabıyla şiiri

TAED 39, 2009, 587-608
~ 590 ~ K. YILMAZ: Mehmed Râşid Efendi’nin Nazîde’ Kasidesinin Eski Türk, Arap
ve Acem Kültür Tarihinden Taşıdığı İzler
TAED 39, 2009, 587-608

divan edebiyatına sokmuş; kendinden sonra hece vezniyle şiir yazan Âkif Paşa ve
emsali divan şairlerine o rehber olmuştur.5
Şimdi Râşid Efendi’nin, Sultan Abdülaziz’i hayır-dualarla ve derin
düşünceler ihtiva eden yüksek fikirlerle, ismine yaraşır bir şekilde övdüğü,I07
beyitlik “Nazîde” kasidesinin konuyla ilgili beyitleri üzerinde durmak istiyorum.
Kasîde-i Nazîde Ma’a Târîh-i Sâl Der-vasf-ı Sultân Azîzü’l- Ensâl
Mefâ’îlün mefâ’îlün mefâ’îlün mefâ’îlün
1. Hudâ mes’ûd ede nev-sâlini Abdülazîz Hân’ın
Mübârek eylesin âsâlini Abdülazîz Hân’ın
“Allah, Abdülaziz Hân’ın yeni yılı (cülusunun, tahta çıkmasının onuncu
yılı)’nı mutlu, hayırlı edip onu, daima uğurlu, hayırlı kılsın”. (Abdülaziz’in tahta
çıkış tarihi 1861; bu kasidenin yazılış tarihi ise, H. 1289 – M. 1871-1872
tarihidir).
2. İlâhî her dakîka sa’d ü her sâ’at azîz eyle
Şeb ü rûz ü meh-i ikbâlini Abdülazîz Hân’ın
“Rabbim, Abdülaziz Hân’ın tâlih ve bahtının açılması ayını (işlerinin
yolunda gitmesi için) gece ve gündüz, her saat, kudret ve celal sahibi, her dakika
uğurlu eyle.”
azîz: kıymettar, kıymetli; hürmetli, muhterem; çok seçkin; kuvvet, kudret
ve celâl sahibi; (Azîzu’l-lah= Tanrının adlarındandır.Abdülazîz= velî, keramet
sahibi mübârek zât.)
3. Müyesser eyle Yâ Rab müşkilât-ı dehri Sultân’a
Atâ kıl ahsen-i âmâlini Abdülazîz Hân’ın
“Ey Allah’ım Sultân’a, dünyanın zorluklarını (zor işlerini) kolay kıl,
Abdülaziz Hân’ın isteklerini yerine getir. (çok güzel dileklerini ona ihsân et)”.
4. Le’âlî-i senâ-yı Şâh’ı silk-i nazma çek ey dil
Kelâmınla hayâtı tâzelensin nev‘ -i insânın
“Ey gönül, Pâdişâh’ı öven inci gibi şiirlerini, şiir ipliğine öyle diz ki,
sözlerinle insan neslinin hayatı tazelensin”.
Bilindiği gibi, divan şiirinin kaynaklarından biri de, peygamberler ve
onların sözleridir. Bu anlamda kasidenin beşinci beytine bakalım:
5. Halîl’i evliyânın bahtiyârânın celîlidir
Vekîli Mustafâ’nın sâye-i memdûdu Yezdân’ın
5
Ahmet Talât Onay, Age, s. 11, 14
A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 39, Erzurum 2009
Prof. Dr. Hüseyin AYAN Özel Sayısı
       ~ 591 ~ 

“Velilerin hâlis dostu, talihlilerin en büyüyü, Hz. Muhammed
Mustafa’nın halifesi ve Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir”.
Halîl : Hz. İbrahim’in diğer adı olduğu gibi, hâlis dost mânâsına da gelir.
“Burada, dost anlamında, telmih yapılmıştır.”
(Hz. İbrahim çok zengindi. Onun nimetini yemeyen, lûtfunu görmeyen
yoktu; sarfettikçe artardı. Hâlâ halk arasında “Allah Halil İbrahim bereketi
versin” duası edilir. Ayrıca, oğlu İsmail’i kendi eliyle – Allah’ın emriyle –
kurban ederken, Allah tarafından fidye olarak bir koç kesmesi emredildiğinden
İsmail’in kurtulduğu hakkındaki meşhur menkıbesi ve Nemrûd (Bâbil
hükümdarlarından) Hz. İbrahim’i yakalatıp mancınıkla ateşe attırmış, rivayete
göre İbrahim – Allah’ın emriyle – ateşte yanmamış, ateş gülbahçesi olmuş,
Nemrûd da sivrisinekler tarafından öldürülmüştür.)
Yine bu beyitte; Peygamberimiz, Hz. Muhammed’in şu hadisine telmih
yapılmıştır. “Adaletli sultan, yeryüzünde Allah’ın gölgesi ve mızrağıdır.” (Veya
“Sultan, Allah’ın yeryüzünde gölgesidir, her mazlum ona sığınır”. Ahmed Paşa
da ; “Zıll-i Hak Sultan Muhammed Han ki olmışdur anun - İşiği topragınun her
zerresi enver güneş” beytinde, “Hakkın gölgesi olan Sultan Mehmed Han ki onun
eşiği toprağının her zerresi parlak bir güneştir” demiştir. Halifelik, Osmanlılara
Yavuz Sultan Selim zamanında (29 Ağustos 1516) geçmiştir. Bundan sonra
Osmanlı padişahları halife sayılmışlardır. Bu beyitte, şair Sultan Mehmed’i halife
olarak görüyor.)6 Peygamberlerden sonra şair, dört halifeden ve sahabeden de
şöyle bahsediyor:
6. Şehenşâh-ı sahîhü’l-itikâda nusret eylerler
Bu Hâkân’ı sever Sıddîk-i dîn Fârûk’ı Deyyân’ın
“Doğru itikâd sahibi olan, pâdişahlar pâdişahı bu Hâkân’ı, dîni tasdîk
eden (yaşlı erkeklerden ilk müslüman olan, İslâm âleminin ilk halîfesi ve Hz.
Muhammed’in vefâlı dostlarından) Hz. Ebûbekir, (en büyük adâlet sahibi)
Allah’ın adâletini tam olarak yerine getiren Hz. Ömer, sever ve yardım ederler”.
Sıddîk: tasdîk eden; Hz. Ebubekir’e verilen lakap.
Farûk: Hz. Ömer’in lakabı; haklıyı haksızı ayırmakta pek mahir olan;
adâleti tam yerine getiren.
Deyyân: Tanrı; mükâfatlandıran veya cezâlandıran, hâkim.
7. Ayân etmezdi nûru sînesinden cedd-i a‘ lâsı
Semiyy ü lem‘ adârı olmasaydı İbn-i Affân’ın
6
Turgut Karabey, Ahmet Paşa, Hayatı, Sanatı, Eserleri, Akçağ Yayınları Ankara 1999, s. 60
TAED 39, 2009, 587-608
~ 592 ~ K. YILMAZ: Mehmed Râşid Efendi’nin Nazîde’ Kasidesinin Eski Türk, Arap
ve Acem Kültür Tarihinden Taşıdığı İzler
TAED 39, 2009, 587-608
“Eğer, Affân’ın oğlu (Hz. Osman), (onun) adaşı ve nûrunun kaynağı
olmasaydı, Osman Gazi (o) nûru sinesinde (gönlünde, göğsünde) saklar ve belli
etmezdi”.
cedd-i a’lâ: bir henedânın başı olan zat; Osmanoğulları’nın cedd-i a’lâsı
Osman Gazidir.
Affân: Hz. Osman’ın babası.
8. Nevâl-i hürmeti tatyîb eder eşrâf ü sâdâtı
Aliyyü’l-Murtazâyı şâd eder hâli bu Sultân’ın
“Saygı ihsanı şerefli seyyidleri hoşlandırır; Sultanın bu hali Hz. Ali’yi
şâd eder.”
(Sultanın, eşraf ve sadata hürmet göstermesinin, onları hoşnut ettiğini,
dolayısıyla Hz. Ali’yi de memnun ettiğini söylüyor.)
eşrâf: şerifler, peygamberlerden inenler, “şeref sahipleri, asil, ileri gelen,
soyunda şeref bulunan” bu mânâ ile başlıca cem’i “eşrâf” kullanılır. Hz. Hasan
yoluyla Peygamberden inenler veya bu iddiada bulunanlar (bu mânâ ile cem’i
“şürefâ” gelir ve şerîf, şerîfe denir).
Eşrâf ve sâdât sözleri; 1. şerefli, ileri gelen (bir soy), 2. Hz. Hasan ve Hz.
Hüseyin’in nesli. Olarak ikişer mânâda “tevriyeli” kullanılmış.
Hz. Ali’nin lakabı “Aliyyü’l-Murtazâ” ile Hz. Ali’ye “telmih” yapılmış.
9. Sadîki âl ü eshâb-ı kirâmın zât-ı ulyâsı
Vedûdudur vedîdânın adûsu ehl-i udvânın
“Yüce Pâdişâh’ın, gerçek dostları; Hz. Muhammed’in âilesi ve
sahabeleridir. O, zâlimlerin (zulm ehlinin) düşmanı, dostlarının dostudur. (çok
şefkatlisidir)”.
Eshâb-ı kirâm: Hz. Muhammed’in sahâbeleri.
10. Şeref-efzâ-yı eşrâf-ı zamâne me’men-i mâne
Muhibbîdir Benî-Zehrâ-yı Behrâ vü Bahârân’ın
“Yaşadığı zamanın şereflilerinin ve itibar sahiplerinin emin makamı,
sığınılacak yeri ve bütün güzellerin, güzelliklerin, elbette ki, Fâtimetü’zZehrâ’nın
(yüzü pek güzel ve parlak) (her şeyden daha güzel olan) neslinin
(soyunun), (en fazla) sevenidir”.
(Yaşadığı zamanın şereflilerinin ve itibar sahiplerinin emin makamı,
sığınılacak yeri ve bütün güzellerin, güzelliklerin, elbette ki, Behrâ ve Bahârân
kabilesine mensup Fâtimetü’z-Zehrâ’nın neslinin en çok sevenidir).
me’men-i mâne: emin makam, güvenilir yer.
A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 39, Erzurum 2009
Prof. Dr. Hüseyin AYAN Özel Sayısı
       ~ 593 ~ 

muhibb: seven,muhabbetli, dost sevgisi besliyen, sevgisi olan, (Muhibb-i
Ehl-i Beyt=Hz.Muhammed’in ailesini sevenler. (Ehl-i Beyt’e kızı, damadı ve
torunları dahildir).
Behrâ kabilesi: Himyerlilerin başlıca altı büyük Kudaa birliğini ihtiva
ederler ki bunlara Behrâ, Tenuh, Cuheyne, Ozre, Kelb, Beliy ve bunların tali
kolları dahildir.7
Bahârân: bahar mevsimleri, şükûfe (turunç çiçeği); Çin ikliminde bir
büthane adı; Türkistan da put ve ateşe tapılan yer; büt ve sanem manasınadır;
sultanların harem dairesi; havası mutedil bir ada; duvarları, tavanları bir çok
güzel resimlerle kaplanan, altınla süslenmiş ev.
Benî-Zehrâ: Zehrâ oğulları (Peygamberimizin kızı, Hz. Ali’nin hanımı,
Hz. Fâtıma’ya lakab olmuştur. “Fâtımâtü’z-Zehrâ” yüzü pek beyaz ve parlak
mânâsına gelir). Bu beyitte de Osmanlı Hânedânı’ndan söz ediyor:
11. Medâr-ı saltanatdır tâc-dâr-ı mülket-i izzet
Veliyyü’ş-şânı Sultân-ı Azîz’i Âl-i Osmân’ın
“Sultan Abdülaziz, yüce ülkenin pâdişahı, şan sahibi, Osmanlı
Hânedânı’nın (en) muhterem sultanı ve hükümdârlığın (çevresinde dönülen
noktası) merkezidir”.
Âl-i Osman: yüksek mertebe sahibi; I. Osman’ın kurduğu, Osmanlı
Hânedânı’na mensup.
Nişân-ı Osmânî: Birinci, ikinci, üçüncü, , dördüncü rütbeleri ile murassaı
bulunan “Osmânî” nişanı Sultan Aziz zamanında ve 1278 zilhiccesinde (1862)
ihdas olunmuştur. 8
12. Müşârün bi’l-benânı âlemin zât-ı hümâyûnu
Odur memdûh ü mahbûbü’l-kulûbu tâc-dârânın
“(Sultan Abdülaziz Hân), cihânın tâç giyinmiş pâdişahları içinde en
kuvvetlisi (kudret sahibi), nûru kulûb-ı ümmetin kalbi
Cüsûmun rûh ü cânı zîneti emsâr ü büldânın
“(Sultan Abdülaziz Hân), milletin göz nûru, (herkesin derin bir sevgi
beslediği) bütün müslümanların kalbden sevdiği, cisimlerin rûhu ve cânı, büyük
şehirlerin ve memleketlerin süsüdür. (güzelleştiricisidir.)”
Kasidenin 14. beytinde Osmanlı Padişahı’nın, kendi milletinden olmayan
kavimlere de nasıl yardım ettiğini görüyoruz:
7
Neşet Çağatay, İslam Dönemine Dek Arap Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara 1989, s. 61 8
Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü II, M.E.B. İst., 1993 s. 695
TAED 39, 2009, 587-608
~ 594 ~ K. YILMAZ: Mehmed Râşid Efendi’nin Nazîde’ Kasidesinin Eski Türk, Arap
ve Acem Kültür Tarihinden Taşıdığı İzler
TAED 39, 2009, 587-608
14. Diyâr-ı Maşrık’ın şems-i dırahşân-ı ziyâ-pâşı
Meh-i tâbânı dehrin gevher-i mahmûdu şahânın
“(Sultan Abdülaziz Hân), Doğu Arap ülkelerinin (Mısır, Arabistan, Suriye,
Irak, Bingazi vs.) nûr saçan parlak güneşi (hayat kaynağı), cihânın parlak ayı
(dünyayı aydınlatan), pâdişâhların, övülmeye değer cevheridir. (Sultan
Mahmud’dan gelme en değerlisidir.)”
Diyâr-ı Maşrık: Doğu Arap ülkeleri; Bingazi, Mısır, Arabistan, Suriye, ırak vs.
gevher-i mahmûd:1. övülmüş cevher, 2. Sultan Mahmûd’un aslından. İki
anlamda “tevriyeli” kullanılmıştır.
Kasidenin 15. beytinde 1862’ de Kıbrıs Mutasarrıflığına tayin edilen Ziya
Paşa’nın durumundan basediyor:
15. Ziyâ Paşa ziyâ-dârı olurdu ber-hayât olsa
Cenâb-ı nâşirü’l-envârıdır eyyâm ü devrânın
“Ziyâ Paşa, eğer sağlıklı olsaydı, (yaşıyor olsaydı) zamanın en güzel devlet
yöneticisi olan Sultan Abdülaziz Hân’ın yardımcısı olurdu (yol gösterici
olurdu).”
Ziyâ Paşa: Ali Paşa ile geçimsizliği vesilesiyle, 1861-62 (Recep 1278)
tarihinde, saraydan uzaklaştırılır. Önce Zaptiğe Müsteşarğılına tâyin olunur, on
üç gün geçtikten sonra Atina Sefaretine tâyin edilir, cânı emniyette olamıyacağı
sebebiyle istifa eder, arkasından Kıbrıs Mutasarrıflığı tevcih kılınır. Oraya gider
gitmez sıtmaya tutulur, iki yıl çeker, babası derd ve kederden vefat eder.
Ziyâ Paşa, Nisan 1862 de Kıbrıs Mutasarrıflığına uygun görüldü. Bundan
böyle “paşa” ünvanını aldı. Orada, ziraatten esnafın kıyafetine kadar çeşitli
alanlarda aktif çalışmalarda bulundu. Bir câmi ile bir de okul bina ettirdi ve şu
tarih mazûmesini söyledi :
Kıble-i hâcât-ı âlem Hazret-i Abdülaziz
Kim olunmakda yed-i lûtf ile dünyâ binâ
Kıbrıs’a lûtf olmak üzere mevkı-i Aydalı’da
Eyledi bir ma’bed ile mekteb-i zîbâ binâ
Bende-i hâsı Ziyâ Kıbrıs’a vâli olmagın
Mu’temed oldu hitâma erdi bu vâlâ binâ9
16. O şâhı seyr içün berrî vü bahri bûs eder mehtâb
Ziyâsı yüz sürer dergâhına hûrşîd-i rahşânın.

9
Önder Göçgün, Ziyâ Paşa’nın Hayatı, Eserleri, Edebî Şahsiyeti ve Bütün şiirleri, Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yayınları: Ankara 1987, s. 3
A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 39, Erzurum 2009
Prof. Dr. Hüseyin AYAN Özel Sayısı
       ~ 595 ~ 

“O pâdişâhı, seyredebilmek için, ay ışığı karaya ve denize mensup herşeyi
aydınlatır (karaları ve denizleri öper) ve parlak güneşin ışığı ise (sarayının
kapısının) eşiğine yüz sürer.”
(Ay ışığı (mehtap), o şahı seyretmek için kara ve denizleri öper, parlak
güneşin ışınları onun dergahına yüz sürer.)
Ayın ve güneşin ışınlarını canlandırmış, teşhis sanatı var. Ayın ve güneşin
ışıklarının padişahı görebilme sebebi olarak gösterilmesinde ise “Hüsn-i talil”
sanatı var.
17. beyitte Peygamberimizin şairlerinin de, eğer Padişah’ı övmeleri
mümkün olsaydı, mutlu olacaklarını belirtmektedir:
17. Arapça söylesem evsâfını ashâb eder ashâb
Halâvet kesb eder rûh-ı revânı Kâ’b ü Hassân’ın
“Onu Arapça olarak övsem, ashab imrenirler, Kâ’b ve Hassân’ın dolaşan
ruhları da haz duyarlar”.
(Vasıflarını Arapça söylesem, Peygamberimizin ashâbı onu ashâbdan biri
olarak kabul eder, Kâ’b ve Hassân’ın yürüyen ruhları da haz duyarlar).
Kâ’b: (Kâ’b ibn-i Züheyr) Meşhûr şâir ve bir Muallaka sahibi Züheyr b.
Abî Sulmâ ile Kabşa bint Ammâr’ın oğlu. Kâ’b ile babasından başka, bu âile
efrâdından on birinin daha şiirleri mevcuttur. Önceleri Peygamber aleyhine
hicivler yazdı. Hicretin 9. senesinde, ânî olarak, Peygamberin bulunduğu bir
câmiye gitti ve Bânat Su’âd (Su’âd uzaklaştı) diye başlayan meşhûr kasidesini
okudu. Kendisinin ve Kureyşlerin medhini işitince, Peygamber fevkalâde
mütehassis oldu ve “Burda” tesmiye edilen çizgili Yemen cübbesini onun
omuzlarına attı. Bu kasîdenin bâzan “Bürde” adı ile zikredilmesi bundan
gelmektedir.
Hassân: (Ebu’l-Hüssâm Hassân bin Sâbit el-Hazreci) Peygamberin şâiri
olup, onu düşmanların hücumlarına karşı şiirleri ile müdâfaa etmesi dolayısı ile,
bütün müslümanlar arasında fevkalâde bir şöhret ve hürmete mazhardır.
Sahabeden olması dolayısıyle şâirler tarafından adı pek sık anılır.
Hz. Muhammed, topluma ve bireye zararı olan şiiri kesinlikle reddettiyse
de, İslâm’a ve peygambere yönelik hicivlere karşılık veren şâir Hassân bin
Sâbit’i (563? – 682?) benimsemiştir. Altmış sene câhiliyet, altmış sene İslâmiyet
üzere yaşamış bir şâirdir. Müşrikleri yerip Peygamberimizi överdi. Divân şâirleri
medhiyelerde veya na’tlarda Peygambere övgü yazarken kendilerini sahâbe-şâir
Hassân b. Sâbit yerine koyar veya diğer bir vesile ile ondan bahsedebilirlerdi.
10
10 Ahmet Talât Onay, Age, s. 66
TAED 39, 2009, 587-608
~ 596 ~ K. YILMAZ: Mehmed Râşid Efendi’nin Nazîde’ Kasidesinin Eski Türk, Arap
ve Acem Kültür Tarihinden Taşıdığı İzler
TAED 39, 2009, 587-608

(Hazret-i peygamber, İslâmiyeti kabul etmiş olan şâirler hakkında pek
büyük iltifatlarda bulunur, huzurunda şiirler okutur, hatta Hassan b. Sabit’i
müşrikler hakkında hicviye yazması için teşvik ederdi; bir def’a Kâ’b b. Mâlik,
küffârın hicvi câiz olup olmıyacağı hakkında ne düşünüldüğünü sormuş ve
Hazret-i Peygamberden, “küffârı hicv, onlara lisanla ok saçmak mesâbesinde
olduğu için cihâd fî sebili’l-lah hükmündedir”. Cevâbını almıştır).11
Yine 18. beyitte meşhur iki Arap hatibi, Kuss ve Sehbân’ın, Padişah’ı,
zamanında bulunup kürsülerden övememiş olmalarını bir tâlihsizlik sayıyor:
18.Hatîb-i minber-i vasfı olurdu her biri şimdi
Egerçi tâli’ ü bahtı olaydı Kuss u Sehbân’ın
“Eğer, Kuss ve Sehbân’ın tâlih ve bahtı olsaydı, her biri şimdi
(Abdülaziz’in), hâl ve hususiyetlerini minberden okuyan hâtipler olurlardı”.
Kuss ibn Sâ’ide: Yâd kabîlesinden “Arapların hakîm ve hakemi” lakabı ile
anılan, efsâneleşmiş bir şahsiyet. Belâgati darb-ı mesel hükmüne girmiştir.
Ayrıca Kuss’un Peygamberin yakında zuhûr edeceğini önceden haber verdiği de
rivâyet olunmaktadır.
Sehbân: Sehbân-ı Bahlî derler. Vâil kabilesinden olup şiir ve fesâhatle
meşhurdur. Beyne’l-Arab hitâbetle mahâret ve şöhret kazanmış zevâttandır.
Hitâbetle mahâret kesb edenler hakkında Araplar Ahtabu min Sehbân diye mesel
darbederler. Sahbân, iki muhârip kabile arasında saatlerce mümtedd uzun hutbe
okumuş olduğu halde bu hutbede îrâd eylediği kelimâttan bir kelime bile iâde ve
tekrâr etmemiş olduğu mervîdir.
12
Kasidenin 19. beytinde, Padişah’ın adaletinden söz ederken; Hanefi
mezhebinin kurucusu Ebû Hanîfe’nin zamanında yaşadığı haksızlıklardan dolayı
çektiği ızdıraplara değinip, eğer Abdülaziz’in devrinde yaşasaydı bunlar olmazdı
diyor:
19. Hanîfe ağlamazdı rûzgârın cevr ü zulmünden
Zamânında eğer Sâbit olaydı rûhu Nu’mân’ın
“Eğer, Sâbit’in oğlu, Hanîfe’nin babası Nu’mân’ın rûhu (Abdülaziz’in)
devrinde olsaydı, zamanın cefâ ve zulmünden ağlamazdı”.
(Eğer, Hanîfe’nin babası Nu’mân’ın rûhu (Abdülaziz’in) devrinde sâbit
(yaşıyor, yerinde duruyor) olsaydı, zamanın cefâ ve zulmünden ağlamazdı.)
11 Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyânet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara
1966, s. 241 12 Ahmet Talât Onay, Age, s. 195
A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 39, Erzurum 2009
Prof. Dr. Hüseyin AYAN Özel Sayısı
       ~ 597 ~ 
Hanîfe: (Ebû-Hanîfe), Hanefi mezhebinin kurucusu olup asıl adı “Nu’mân
İbnü Sâbit” dir. (İslâm Ansiklopedisinde: “.....Fars, Türk yâhut başka bir kavme
intisâbı açık değilse de, Arap olmadığı, fakat Araplar arasında doğup büyüdüğü
muhakkaktır”. Denilmektedir).
(sâbit : hareketsiz, yerinde duran; ispat edilmiş, anlaşılmış).
Sâbit, iki anlamda tevriyeli kullanılmıştır.
20. O Sultân-ı celîlin bîşezâr-ı hıfz ü adlinde
Emân-ı cân ile âhû gezer yanında şîrânın
“O, yüce Sultân’ın ormanları koruma ve adâletinde, arslanların yanında
ceylan, cân emniyeti ile gezer.” (Adaletiyle ilgili)
21. Zamân ü sâyesinde kimseye zulm eylemez kimse
Meger uşşâka tîr-i gamze-i hûn-rîzi hûbânın
“Onun zamanında gölgesinde, aşıklara güzellerin kan dökücü süzgün
bakışlarının okundan başka hiç kimse kimseye zulm eylemez.”
22. Mezâlim ehlini te’dîb edip kaldırdı def’ etti
Denir nâm ü nişânı kalmadı mülkünde düzdânın
“(Abdülaziz) zulm sahiplerinin (zulm edenlerin), terbiyesini verip, ortadan
kaldırdı, kovdu. (Artık) Hırsızların O’nun ülkesinde ad ve belirtilerinin kalmadığı
söylenebilir”. (Adâletiyle ilgili).
23. Tecellî-tâli’-i iclâlini bilmezsen ey gâfil
Sü’âl eyle Kitâb-ı Hikmetinden İbn-i Tarhân’ın
“Ey gâfil! (Abdülaziz’in) Allâh’ın lûtfuna nâil olma bahtlılığı hâlini
bilmiyorsan, Farâbî’nin Kitâb-ı Hikmet’ini oku, öğren.”
(Onun ikbal sahibi, bahtiyar bir hükümdar olduğu belirtiliyor.)
Kitâb-ı Hikmet: “Kitâb fusûs al-hikam”, İstanbul’da (H.1291-M.1874)
senesinde İsmail al-Husayn al-Fârâbî şerhi ile berâber, tab’ edilmiştir. (Fusûsü’lHikem:
Muhiddîn-i Arabî’nin meşhur tasavvufî eseri).
Fârâbî: 870 veya 873 ile 950 yılları arasında yaşamış ve Aristo felsefesinin
İslâm âleminde yayılmasına yol açmış büyük bir Türk filozofudur. Kendisine
muallim-i sânî (felsefede Aristo’dan sonra ikinci üstad) ünvanı verilmiştir.
Eserlerinin İbn-i Sînâ üzerinde büyük te’siri vardır. Eserlerini zamanının ilim
an’anesi gereğince hep Arap diliyle yazmıştır. Kendisine garplılar: Alfarabius
TAED 39, 2009, 587-608
~ 598 ~ K. YILMAZ: Mehmed Râşid Efendi’nin Nazîde’ Kasidesinin Eski Türk, Arap
ve Acem Kültür Tarihinden Taşıdığı İzler
TAED 39, 2009, 587-608

derler. Kanun dediğimiz çalgının mûcididir. Asıl adı, Ebû Nâsır Muhammed’dir.
Uzlukoğlu Tarhan’ın torunudur. Babasının adı Muhammeddir.13
(Fârâbî. Fârâbî, Abû Nasr Muhammed b. Muhammed b. Tarhan b. Uzlug
(870-950) bir Türk kumandanı (kâ’id) Muhammed’in oğludur.) (İslâm
Ansiklopedisi ilgili madde)
Tarhân: Türkistan padişâhlarına mahsus bir isim ve Türklerden bir cemâat
adıdır. Ve hattâ Tûrân ülkesine mahsus bir tâbirdir. Padişâhlar çok hoşlanmış
olduğu kimseye veya bir büyük hizmet veyahut yardımı geçmiş adamın
üzerinden yaptığı görevi kaldırıp ve memleketin ileri gelen genç, yakışıklı, seçkin
delikanlılarını devlet (padişâh) adına ruhsatlı, izinli ve salâhiyetli eyler, huzûruna
geldiklerinde ona hiçbir kimse engel olamaz, vakitli vakitsiz (olur olmaz),
çekinmeksizin âilesiyle (huzura) girer çıkar. Ve teklifsiz konuşur ve huzurunda
istek ve ricası te’sirli ve makbûl ve küçük suç ve cinâyeti suçunu bağışlama ve
göz yumma (görmemezlikten gelme) davranışı içinde olur. Bu adama aralarında
Tarhân dahi derler ve hâlâ Tarhûn denilen sebzeye de Tarhân denir.14
Terhân: Türkistan hanları tarafından büyük bir hizmette bulunan kimseye
verilen lâkaptır. O, (Berat-ı Terhâni)’ ye nâil olduktan sonra bütün vergilerden
affedilir ve izinsiz padişâhın huzuruna girebilmek, kusurları hoş görülmek,
istekleri yerine getirilmek gibi imtiyazlara kavuşurmuş. Meşhur hakîmlerden Ebû
Nasr-ı Fârâbi’nin lâkabı yahut babasının adı; Çağatay Türklerinden bir ulus;
Horasan lehçesinde reis manasınadır.15
24. Hakîm-i re’feti nabz-âşinâ-yı tab‘-ı âlemdir
Nigâh-ı iltifâtıdır tabîbi kâlıb u cânın
“Cihânın yaratılışının hâlet-i rûhiyesini tanıyan merhametli bilginin
(Abdülaziz’in) gönül alan bakışları, cânın ve vücûdun doktorudur.”
(Siyasetinin, dünya siyasetini kavrayışının ifadesi var.)
25. İlâc-ı himmeti rencîdegânın çâresâzıdır
Şifâsıdır marîzânın devâsı derdmendânın
“(Sultan Abdülaziz’in), emek (himmet) ilacı, incinmişlere çâre bulan,
hastalıkların şifâsı, dertlilerin devâsıdır”.
(Zayıfların, ezilenlerin koruyucusu olduğu ifade ediliyor.)
26. Felâket-dîdegânı lûtf ile cebr etti mahv etti
Keder îrâs eden âsârını feryâd ü efgânın
13 Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik lûgat, Aydın Kitabevi, Ankara 1992 14 Ahmed Asim Efendi, Burhân-ı Katı’, C.I. s. 199 15 Ferheng-i Ziya, Gencine-i Güftar, c.1, s. 573
A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 39, Erzurum 2009
Prof. Dr. Hüseyin AYAN Özel Sayısı
       ~ 599 ~ 

“(Abdülaziz) belâya uğramış olanları lûtfiyle belâdan kurtararak, bağırıp
çağırıp şikâyetçi olanların üzüntüye sebep olan eserlerini mahvetti”. (Adaletiyle
ilgili).
27.Vazâ’if bahş eder Bathâ vü Yesrib ehline her sâl
Kerîm-i kâm-bahşıdır Benî-Kahtân ü Adnân’ın
“ (Sultan Abdülaziz) her yıl Mekke ve Medîne ehline hizmetler ihsan eder,
Kahtân ve Adnân oğullarının isteklerini cömertçe yerine getirir”. (Kendi ırkından
olmayan Müslümanlara yaptığı hizmetler)
Bathâ: çakıl taşlı büyük dere; Mekke’de dağ arasında bulunan bir dere; dağ
arasındaki dere; Mekke-i Mükerreme.
Yesrib: Medîne-i Münevvere’nin Müslümanlıktan evvelki adı.
Benî-Kahtân: Kahtan oğulları.
Benî-Kahtan ü Adnân: Adnan ve Kahtan oğulları.
Kahtân: İslâmiyet devrindeki Araplarca “bütün Yemen kabilelerinin
ceddi”; böylece, Kahtan, şimal Arapları’nın ırkî birliklerine remiz olan “Adnan”
a tekâbül etmektedir.
Adnan: Arap şecerelerine göre, en son olarak hicret etmiş Arab-ı
müsta’ribenin (İsmâ’îlî) ceddi.
28. Me’âli bahr ü kânın keff ü destinden ibârettir
Dil-i deryâ-misâli mâye-dârı ebr-i nîsânın
“ (Sultan Abdülaziz’in), gönlü deniz misali, cömertlik mayası; maden
ocağının ve denizin kaynağı da, elinin içi ve ayağının altından ibarettir. (yani
parası çoktur).” (Zenginliği ve cömertliği)
29. Menâmımda Halîl-i Çanderî’den ettim istifsâr
Dedi Abdülaziz Hân’dır Murâd’ı Şâh Orhân’ın
“Rüyamda Çandarlı Halil’den sordum; Abdülaziz Hân, Orhan Gazi’nin
Murâdı’dır (arzusudur) dedi”.
“Murad” kelimesi, iki manada kullanılmış tevriyelidir. Hatta, îhâm da
olabilir. (Abdülaziz’i Sultan I. Murad’a benzetiyor.)
Çandarlı: Osmanlı Hânedanı ile beraber tarih sahnesine çıkan ve takriben
pek az fasıla ile, bir buçuk asırlık bir zaman, en yüksek ilmiye makamını ve
vezir-i âzamlık mevkiini ellerinde tutmuş olan bir Türk ailesinin adıdır.
“ Bu yıllarda, bir din ve bilim adamı olan Çandarlı Kara Halil de, devletin
gerek askerî teşkilâtının, gerekse sivil teşkilatının kurulmasında, Orhan Bey’e
yardımcı olan önemli idare adamlarından biri idi”.16
16 İslâm Ansiklopedisi, M.E.B. Eskişehir Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi 1997, 3.
Cilt, s. 351 - 352
TAED 39, 2009, 587-608
~ 600 ~ K. YILMAZ: Mehmed Râşid Efendi’nin Nazîde’ Kasidesinin Eski Türk, Arap
ve Acem Kültür Tarihinden Taşıdığı İzler
TAED 39, 2009, 587-608
murâd: istek, arzu, dilek; maksad, meram; manası bir tarafa bırakılarak,
lafzı itibariyle söylenen söz. (1359-1389, Murâd I; babası Orhan Gazi, üçüncü
Osmanlı Padişahı, Kosova meydan savaşında Sultan Murad şehit oldu).
30.Meh ü meh-pâre-i sırr-ı Azîz ü izzini görse
Vücûhı beyz olurdu zenciyân ü ehl-i sevdânın
“(Sultan Abdülaziz’in), sabırla gizli tuttuğu ay parçası, güzel yüzünü
zenciler ve sevdâ ehli görse, yüzleri yumurta (gibi) olurdu, beyazlaşırdı.”
31.Sevâd-ı zulmetin nûru vü şâmın mâh-ı tâbânı
Nigehbânı Irâk u Bâbil ü Nînûy u Keldân’ın
“(Sultan Abdülaziz), karanlığın siyahlığının (idâre ettiği büyük toplumun)
nûru (ışığı) ve gecenin (Sûriye ve Lübnan ülkelerinin) parlak ayı; Irak’ın,
Bâbil’in, Nînûy’un ve Keldan’ın koruyucusu”.
(Kendi yönetimi altında bulunan, ama Türk ırkından olmayan bütün
Müslümanlara iyilikte bulunup, onları koruması ifade ediliyor.)
Şâm: Suriye ve Lübnan ülkeleri; Arapların “Dimaşk” dedikleri şehir.
Suriyenin başkenti.
Irâk: Dicle nehrinden aşağı Basra’ya kadar Şat Suyu’nun iki tarafı.
Bâbil: Bağdat’ın aşağı tarafında bulunan ve büyücülüğünden dolayı, eski
edebiyatımızda “Çeh-i Bâbil” olarak yer alan ve bir çok dillerin meydana gelmesi
bakımından da masalda adı geçen “Bâbil Kulesi” nin bulunduğu, ilkçağdan
kalma bir şehir.
Nînûy (Nînû): Iraktaki “Musul” şehri, veya Musul eyâletinde bir şehir.
Keldânîler: (Kaldeliler), Urfa civarında bir yerleşim yeri olan “Harrân” ve
civarında hâkimiyet kurmuş olan eski bir kavmin adı.
Şâm kelimesi: gece, Sûriye ve Lübnân ülkeleri anlamında “tevriyeli”
kullanılmıştır.
32. Ma’âzı Kıbtiyân ü Kürdiyân’ın zât-ı ulyâsı
Melâzı Ermen ü Abzâniyân ü nesl-i Süryân’ın
“(Sultan Abdülaziz Hân), Çingenelerin, Kürtlerin, Süryânîlerin soyunun,
Abazaların ve Ermenilerin sığındığı kişidir”. (Yönetimi altında birçok kavim
olduğu ifade ediliyor.)
Kıbtiyân: Çingeneler.
Kürdiyân: Kürtler (Kürd’ün c. Erkâd).
Ermeniyân: Ermeniler, Ermeni ülkeleri.
Abzâniyân: Abazalar.
A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 39, Erzurum 2009
Prof. Dr. Hüseyin AYAN Özel Sayısı
       ~ 601 ~ 
Süryânî: eski Suriye (Şam) halkından, onların eski dinlerinden olanlar.
33.Bir ednâ bendesi Necd ü Yemânî feth eder işte
Mededkârı vü savlet-bahşıdır kişver-güşâyânın
Necd: Arap yarımadasının orta bölgesi.
Yemânî: Yemen ülkesine ait, onunla ilgili, Yemen ülkesi; güney kutbunda
görünen bir küme yıldız.
“(Sultan Abdülaziz Han), cihângirlerin hücum bahşedeni ve yardımcısıdır.
Şimdi en zayıf bir kölesi, Necd ve Yemen’i fetheder”. (Kahramanlığı ve
ordusunun gücü).
34. Erişdi Maskat ü San’âya sıyt ü satvet ü şânı
Hele Necd ü Yemende kalmadı esbâbı isyânın
“(Sultan Abdülaziz Hân’ın), şânı, cesâreti ve şöhreti San’â’ya, Maskat’a
ulaştı. Hele, Necd ve Yemen’de isyân sebepleri (hiç) kalmadı”. (Geniş ülkesinde
hiçbir kargaşa ve karışıklığın olmayışı).
Maskat: Yemen kıyılarında bir liman.
San’â: Habeşliler Yemen’i istilâ ettikten sonra idarelerine baş şehir olarak
seçtikleri şehir.
35. Hudâ’nın mazhar-ı nasr-ı Azîz’idir bu şâhenşâh
Bu ma’nâ mündericdir Sûre-i Fethinde Kur’â’nın
“Bu Hâkan, Allah’ın zaferle, şereflendirdiği (Allah’ın Peygamberimize
şanlı bir zaferle yardım ettiği gibi), Sultan Abdülaziz’dir (kerâmet sahibi
mübarek zattır). Bu ma’nâ Kur’ân’ın Fetih Sûresi’nde bulunmaktadır”.
Sûre-i Feth: Kur’ân’da Fetih Sûresi.
Azîz, kelimesi; 1) Abdülaziz, 2) kerâmet sahibi mübârek zat, olarak iki
anlamda “tevriyeli” kullanılmıştır.
36. Diyâr-ı Hızr mevti hayy eder hıfz ü hirâsetle
Himâyet etmese hâli fenâdır ehl-i buhrânın
“(Sultan Abdülaziz Hân) ölümsüzlük ülkesinde, ölüyü bekleme ve
muhafazasiyle diri eder, (eğer) hasta olanlara sahip çıkmasa durumları (daha da)
kötü olur (ölürler)” (Hastaları himaye etmesi.)
Hızr, Hızır: içenlere ölmezlik veren Âb-ı hayat’ı içmiş bulunan ve kul
sıkıldığı zaman imdadına yetişmekle meşhur olan Peygamber.
Hayy: diri, zinde, canlı, hayatta olan; Allah’ın sıfatlarındandır, Cenâb-ı
Hayy.
TAED 39, 2009, 587-608
~ 602 ~ K. YILMAZ: Mehmed Râşid Efendi’nin Nazîde’ Kasidesinin Eski Türk, Arap
ve Acem Kültür Tarihinden Taşıdığı İzler
TAED 39, 2009, 587-608

Ehli-i buhrân: ağır, tehlikeli ve fenalaşmış hastalar.
(“Hızır” kelimesi hem tevriyeli kullanılmış, hem de Hızır olayına telmih
var).
37. Sebâyı sî ederler nehy ü hıfzı olmasa mâni‘
Hamâsîdir arâzîsi Benî-Aylân ü Gatfân’ın
“Gatfân ve Aylan oğulları kendi topraklarında kahramanlık destanları
yazdırmış kabilelerdir. (eğer Sultan Abdülaziz Hân’ın), koruma ve yasakları
engel olmasa üçü otuz ederler. (küçük problemlerden büyük isyanlar çıkarırlar)”.
(Gücü ve otoritesi.)
Benî-Gatfân (Gatafan): Gatfân oğulları: Irak ve Kuzey Arabistan Arap
kabilelerinden biri.
38. Sebâyîler perîşân Hımyerîler bî-nişân oldu
Yoğ idi bir nigehbânı Benî-Kehlân ü Hemdân’ın
“Sebâlılar perîşân, Himyerîler nişansız (bir belirtisi kalmamış); Hemdân
ve Kehlân oğullarının (kabilelerinin ise), bir koruyucusu yoktur”. (Sahipsiz
milletlere sahip çıkma). (Kaybolan toprakların geri alınması için düşünceleri).
Sebâyiler: (Sebalılar, M.Ö. 700-115) Arap yazarları Sebalılar’ın Tevra’ta
Nuh’un oğlu Sam torunlarından Yahtan ile aynı şahıs olduğunu kabul ettikleri
Kahtan’dan indiklerini iddia eder ve bunlara el-Arab el-Mutaaribe adını verirler.
(İbn-i Hişam sıraladığı soy kütüğünde Sebalıları ve onların devamı olan
Himyerlileri “Kahtan oğlu Ya’rub oğlu Yeşcub oğlu Sebs oğlu Himyer Kabilesi”
şeklinde kaydediyor ve “buradaki Seba’nın adı Abdüşsems tarafından yapıldığı
için kendisine Sebe lakabı verilmiştir” diyor.)17
Kehlân: Kehtanîlerin iki büyük kolundan biri olan Kehlanlılara dayanır.
Kehlanlılar’ın soy kütüğü şöyledir: Kahtan oğlu Ya’rub oğlu Yeşcub oğlu Sebe
oğlu Kehlan.18
Kehtanîler: Arabistan yarımadasının eski sakinleri olan Sâmîlerden
Kahtanîler diye anılan eski Sâmî uluslarının kurdukları medeniyet, gerek
mahiyeti ve te’sir sahası itibariyle, gerekse mükemmelliği itibariyle bizi hayrette
bırakacak bir önemi haiz bulunmaktadır.19
Kehtanîler: İki büyük kola ayrılır; 1) Hiyeriler, 2) Kehlanlılar. Hiyerilerle,
Himyerliler başlıca altı büyük Kudaa birliğini ihtiva ederler ki bunlara “Behra,
Temûh, Cuheyne, Ozre, Kelb, Beliy ve bunların tali kolları dahildir. Kehlan
17. Neşet Çağatay, Age, s.14. 18 Neşet Çağatay, Age, s. 62. 19 Neşet Çağatay, Age, s.27.
A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 39, Erzurum 2009
Prof. Dr. Hüseyin AYAN Özel Sayısı
       ~ 603 ~ 

koluna ise büyük Tay grubu, Hemdan, Mezhic toplulukları, Lahm, Kinde, Âmile,
Cüzam, Becile, Eş’ar ve büyük Ezd kolu dahildir ki bunlardan Ezd’in tali kolları
çok önemlidir.20
39. Aceb mi Mekteb-i Harbiyyeden neş’et edenlerden
Telâfî etmesi mâ-fât-ı mülkü bir kumandânın
“Harbokulundan yetişen bir kumandanın ülkenin kaybını telafi etmesi
(ziyanı karşılama) şaşılacak şey mi”?
Mekteb-i Harbiye : Harbokulu.
mâ-fât: fevt olan, kaybolan, elden çıkan şey. (telâfî-i mâ-
fât=kaybedilen bir şeye karşı başka bir şey kazanma).
40. Nola bu Mekteb-i Bahriyeden bir amiral çıksa
Re’îsi olsa Bahr-i Ahmer ü Deryâ-yı Ummân’ın
“Deniz Harbokulundan bir amiral çıksa, Kızıldenizin ve Umman Denizinin
(okyanusun) âmiri olsa ne olur”? (Mekteb-i Bahriye’nin önemi vurgulanıyor.)
(Abdülaziz bir donanma tutkunuydu. 1863 bütçesinin dörtte birini deniz
kuvvetlerine ayırdı. Osmanlının gerileyen donanmasını dünyanın üçüncü
donanması haline getirdi. Gemilerin sayısı arttı ama kendi tersanelerinde
yapılmadığı için başarılı olunamadı).
41. Nola sultanı zıll-ı Hakk halîfe olduğun bilse
Uyûn-ı ibret-ârâsı açılsa Berberistân’ın
“Afrika’nın kuzeyinde oturan bütün halk, Sultan’ın yer yüzünde Allah’ın
gölgesi, halîfe olduğunu bilse, kötü bir olaydan alınan dersi gören gözleri açılsa
ne olur”? (Osmanlı Sultanının aynı zamanda bir halife olduğunu da düşünerek
bütün Müslüman toplumların saygılı, hürmetkâr olmaları isteği).
Zıll-ı Hakk: Allah’ın gölgesi, dünyada Allah’ın gölgesi, yeryüzünde
Allah’ın gölgesi; halifeler, hükümdarlar için kullanılır (büyükleme sözleri).
Berberistân: Afrika’nın kuzeyinde bulunan bir kavmin ülkesi (Afrika’nın
bütün kuzeyinde –Mısır hâriç- oturan halktan olanların ülkesi).
(5. beyitte olduğu gibi; “Adaletli sultan, yeryüzünde Allah’ın gölgesi ve
mızrağıdır” hadisine telmih vardır).
42. Cebelden gûş edeydi sıyt ü şân ü bahtını Eyhem
Tanassur eylemezdi âhiri müllâk-i Gassân’ın
20 Neşet Çağatay, Age, s. 61-62.
TAED 39, 2009, 587-608
~ 604 ~ K. YILMAZ: Mehmed Râşid Efendi’nin Nazîde’ Kasidesinin Eski Türk, Arap
ve Acem Kültür Tarihinden Taşıdığı İzler
TAED 39, 2009, 587-608

“Eyhem, tâlihini, şanını ve şöhretini Cebel’den (Cebele’yi kasdediyor
olmalı) işitseydi (dinleseydi), Gassanîlerin soyundan gelen (son hükümdar) son
başkan olarak, İslâmiyetten ayrılıp Hristıyan olmazdı”. (Sultan Abdülaziz’in
tâlihini, şanını ve şöhretini, Hz.Mûsâ’ya dağdan gelen ilâhî bir ses gibi, mucize
olarak işitseydi, İslâmiyetten ayrılıp Hristıyan olmazdı).
Cebele: Eyhem oğlu, son Gassanî hükümdarı.
Gassanîler: Gassanîleri Arap tarihçileri Güney Araplarından yani
Kahtanîlerden sayarlar. Kahtanîlerin iki büyük kolundan biri olan Kehlanlılar,
muhtelif kollara ayrılarak her biri bir tarafa göçüp yerleşti. İşte “Cefne b. Amr b.
Âmir ki bu, Müzeykiya’dır. Bunlar Şam bölgesine gittiler. Gassanîler
bunlardandır. Gassan adındaki bir pınar yakınına konduklarından bu adla
anılırlar. Kurdukları Gassanîler Devleti 32 hükümdar çıkarmış ve 600 yıl hüküm
sürmüşler. İlk hükümdarları M.500 yılında ölen Ebu Şemmer Cebele, son
hükümdarları da, saltanatına M.636 yılında Halife Ömer b. Hattab devrinde son
verilen Eyhem Oğlu Cebele’dir.
İlk başkanlarının adının Cefne oluşundan dolayı bu devlete, Cefne
Oğulları Devleti de denir. Başkentleri Şam şehri idi. İslam tarihçileri Suriye
akınları sırasında Cefne hükümdar soyundan Eyhem Oğlu Cebele adında bir
emirden söz etmişlerdir. Halid b. Velid ile çarpışan ve sonunda İslam olan bu
Cebele sonra Mekke’de hac sırasında bir olaya kızarak kaçıp Hristıyan olmuştur.
Gassanîler, Milâdın üçüncü yüzyılı başlarında Yemen’de sayıları pek çok
olan barajlardan bazılarının yıkılması üzerine bir sürü Arap kabilesi kuzeye
doğru göç etmişler, bunlardan bir kısmı Gassanîler, Hîreliler, Kindeliler
devletlerini kurmuşlardır.21
Verilen tarihi bilgilerde son hükümdar “Cebele” gösterilmektedir ama
beyitte son hükümdar olarak “Eyhem” anlaşılmaktadır.
“Cebel” kelimesinin dağ anlamına gelmesi münasebetiyle (Tûr-ı Sînâ :
Sînâ dağı, “Sînâ yarımadasında Allah’ın tecellî ve Hz. Mûsâ ile tekellüm ettiği
dağ”) Tur Dağı’ında Hz. Musa’ya tecellî vakî olması olayını hatırlatarak telmih
yapmıştır.
43. Görenler taht-ı şâhı yâd eder arş-ı Süleymânı
Serîr-i bî-nazîri tâcıdır kürsî nişînânın
“Sultan Abdülaziz Han’ın, tahta oturmuş bütün padişahların tahtlarından
(daha üstün) emsalsiz taht ve tâcını görenler, Süleyman Peygamberin tahtını
anarlar”. (Sultanın gücünün, Hz. Süleyman’ın kudreti ile vurgulamak istiyor.)
21 Neşet Çağatay, Age, s. 63, 64, 65.
A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 39, Erzurum 2009
Prof. Dr. Hüseyin AYAN Özel Sayısı
       ~ 605 ~ 

Süleyman: Beni İsrail peygamberlerindendir. Nübüvvetle saltanatı
birleştirmiş bahtiyardır. Menkuldür ki, İsm-i a’zam yazılı hâtemi (yüzüğü) ile
dünyaya, hatta bütün mahlûkata, rüzgârlara hükm etmiştir. Tahtını rüzgârlar
taşımıştır. Menkıbesi edebiyatımızın belli başlı mazmunlarındandır. (Mühr kimde
ise Süleyman odur. Atalar sözü).
44. Misâl olmaz âb ile gavta dârü’l-mülküne aslâ
Semerkand’ın riyâz-ı Sogd’ı bâg-ı Şi’b’i bevvânın
“Şi’b kabilesinin Hindistan cevizi bağları, Semerkand’ın Sogd şehri
bahçeleri (Abdülaziz’in başkenti) İstanbul’un su ile bahçeleri gibi asla
olamazlar.”
Sogd: Türkistan’da bir şehir.
Dârü’l – mülk: başkent İstanbul.
Şi’b: Oymak (kabile)
45. Riyâz-ı i’tikâd ü lâlezâr-ı dînini bilse
Şakâyıkdan ferâgat eyler idi nefsi Nu’mân’ın
“Gördüğü gelinciklerin manzarası çok hoşuna gittiği için toplanmasını
yasaklayan Hîre hükümdarı Numân, eğer (Abdülaziz’in) imân ve inanç lâle
bahçelerini görseydi fikrinden vazgeçerdi”.
(Gerçekten inanıp bağlanabileceği ve gönülden sevebileceği İstanbul’un
lâle bahçelerini eğer Nu’mân bilseydi, korunmasını emir ve koparılmasını men
etmiş olduğu gelincik bahçelerinden vazgeçerdi).
Şakayık: şakayık çiçeği, gelincik, lâle.
Nu’mân: İmam-ı A’zam’ın adı.
Lâle-i Nûmân, Şakâyıku’n-Nûmân: Gelincik çiçeğidir. Hîre mülûkünden,
İslâmdan evvel Irak-ı Arap’ta hükûmet kurmuş olan Nûmân bin Münzir, bir gün
gezinti esnasında birçok gelincik çiçeği görmüş. Çiçeklerin manzarası çok
hoşuna gittiği için toplanmasını men etmiş. Şakayıkın Nûmân’a nisbeti bundan
dolayı imiş.
22
Şakâyıku’n-Nûmân olayına “telmih” yapılmıştır.
46. Nazîri var ise zât-ı hümâyûnun haber versin
Tevârîh- âşinâyânı keyân ü Pişdâdân’ın
“Tarihçiler, İran’ın, Keyân ve Pişdâdân gibi şahlarının geldiği
sülalelerinde, Abdülaziz’in kutsal zatının bir benzeri varsa haber versin”.
22 Agah Sırrı Levend, Divan Edebiyatı, Kelimeler ve Remizler, Mazmunlar ve Mefhumlar, Enderun
Kitabevi, İstanbul 1984, s. 90.
TAED 39, 2009, 587-608
~ 606 ~ K. YILMAZ: Mehmed Râşid Efendi’nin Nazîde’ Kasidesinin Eski Türk, Arap
ve Acem Kültür Tarihinden Taşıdığı İzler
TAED 39, 2009, 587-608

Key: Büyük hükümdar, padişah, İran padişahlar sülalesinin ikincisi bu
adla anılır. Bunlar “Keykubad, Keyhusrev” gibi isimlerin başına “key” unvanını
alırlardı. Hepsine birden “Keyân” veya “Keyâniyân” denir. Daha sonra bu lakab
bütün şahlara yakıştırılmıştır. Efsaneye göre bu adı ilk defa Rüstem’in babası
Zal, Kubad’a vermiştir.
Pişdâdân: İran’da bazı hükümdarların geldiği sülale.
47. Kırâ’at eyledim Şehnâme’yi evsâfını gördüm
Bütün Eşkâniyân ü Husrevân ü pâdişâhânın
48. Adâlede adîl-i şehryârı görmedim hâlâ
Bizim ma‘lūmumuz Nūşirevân’ı Âl-i Sâsân’ın
“Şehnâme’yi okudum, bütün hükümdarların methini gördüm; Sasanilerden
Nuşirevân’ı biliyoruz, ama padişahın adaletteki bir benzerini, eşini hala
göremedim.”
Husrev (Husrevân): Nûşirevân’ın adı olmakla beraber, büyük
hükümdarlara verilen bir unvandır.
Şehnâme: (Şâh-nâme) İranlı Firdevsi’nin ünlü manzum destanı.
Nûşirevân: İran’ın Sâsânî sülâlesine mensup bir hükümdardır. Adaleti ve
futuhatı ile meşhurdur. Hz. Muhammed bunun zamanında dünyaya gelmiştir.
Sâsân: (Sâsânî) Nûşirevân, İran’ın Sâsânî sülâlesine mensup bir
hükümdardır.
49. Şebîh olmaz azîzü’d-devlete Behmen ile Dârâb
Esâmîsi okunmaz Erdivân ü Erdşîrân’ın
“Devletin azizine Behmen ile Dârâb’ınkiler benzeyici olmaz. Erdivân ve
Erdşir sülalesinden gelen padişahların da adları, namları okunmaz”.
Behmen: İran’ın Keyâniyân sülalesi hükümdarlarından İsfandiyar’ın oğlu
Erdşir’in lakabı.
Erd-şîr: Eski İran hükümdarlarından bir kaçının ismi.
Dârâb: (Dârâb II, Darius) Ölm. M. Ö. 406, İranlılar buna Dârâb derler.
İranlılarca İsfendiyar’ın torunu ve Uzunelli Ardişir’in oğludur. Avrupalılarca da
Ardişir’in yani Artaxeroxes’in nikahsız kadından doğma oğlu sayılır. Atinalılara
karşı İspartalılara yardım ettiği rivayet edilir.23
Erdivân :Eski İran hükümdarlarından birinin adı.
23 İbrahim Alâettin Gövsa, Resimli Yeni Lûgat ve Ansiklopedi, s. 536
A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 39, Erzurum 2009
Prof. Dr. Hüseyin AYAN Özel Sayısı
       ~ 607 ~ 
50. Bu nûr-ı dîde-i Mahmûd Hân’ı görse Firdevsî
Cinânı terk ederdi kasrını firdevs-i Rıdvân’ın
“Firdevsi, Sultan II. Mahmud Hân’ın pek sevgili oğlu Abdülaziz’i görse,
Rıdvan cennetini ve cennetin köşk ve bahçelerini terk ederdi.”
Rıdvân: Cennet’in kapıcısı olan büyük melek.
Firdevsî: İran millî destanı olan “Şehnâme” nin nâzımıdır. Adı Mansur,
Hasan veya Ahmed’dir. Künyesi Ebülkasım’dır. Takriben 934-1020 yılları
arasında yaşamıştır. Eseri muhtelif dillere, bu arada Türkçe’ye de çevrilmiştir.
SONUÇ
Mehmed Râşid Efendi, kaside türünün övgü anlamında iyi bir örneği olan
“Nazîde” kasidesinde, güzel, tertipli bir plânla üç ayrı milletin ( Türk, Arap ve
Acem) eski kültürleriyle ilgili bazı bilgileri dile getirmiştir.
İslamiyetle ilgili inanç konularını ağırlıklı olarak ele alıp, az da olsa
gelenek ve göreneklere de yer vermiştir. Bu kaside de, üç milletin bazı devlet
adamlarını ve kahramanlarını, Osmanlı Padişahı Abdülaziz’ le kıyaslamıştır.
Şâir, bu mukayesede Osmanlı padişahını büyük mübalağalarla överek göklere
yükseltmiştir.
Şair, kasidesinde milliyet kavramını ön plâna çıkartmış, kendi ırkından
devlet adamlarını ve kahramanları gurur duyarak anlatmıştır.
Mehmed Râşid Efendi, bu şiirinde Osmanlı padişahlarını ve devlet
adamlarını İslâmî inançlara bağlı olarak överken, İslâmiyet öncesi Türklerin
devlet idaresi anlayışını ve Türk kahramanlarını da bazı beyitlerinde yücelterek
öne çıkarmıştır.
Şâir Mehmed Raşid Efendi, yukarıda belirttiğim konular hakkında,
okuyucularını bilgilendirmiştir.
K A Y N A K ÇA:
ARIKDAĞ, Zafer – AKÜNAL, Dündar; Türk Edebiyatında Hiciv ve Mizah
Şiirleri, İstanbul 1944, s. 15.
ASİM, Ahmed Efendi, Burhân-ı Katı’, c. I, s. 199.
BAŞBAKANLIK OSMANLI ARŞİVİ. Plan Proje Kataloğu Genel Sıralama
1088 numarayla kayıtlı “Burdur Kaymakamı Mehmed Raşid Efendi’nin
Sultan Abdülaziz için yazdığı 1289 nolu kaside”
TAED 39, 2009, 587-608
~ 608 ~ K. YILMAZ: Mehmed Râşid Efendi’nin Nazîde’ Kasidesinin Eski Türk, Arap
ve Acem Kültür Tarihinden Taşıdığı İzler
TAED 39, 2009, 587-608
ÇAĞATAY, Neşet, İslam Dönemine Dek Arap Tarihi, Türk Tarih Kurumu
Yayını, Ankara 1989, s. 14, 27, 61, 62, 63, 64, 65.
DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca – Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın
Kitabevi, Ankara 1992.
ERTEM, Ali, Namık Kemal’in Şiirleri, İstanbul Kitabevi 1957, s. 171-200.
FERHENG-İ ZİYA, Gencine-i Güftar, C.I, s.573.
GÖÇGÜN, Önder, Ziyâ Paşa’nın Hayatı, Eserleri, Edebî Şahsiyeti ve Bütün
Şiirleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1987, s.3.
GÖVSA, İbrahim Alâettin, Resimli Yeni Lûgat ve Ansiklopedi, s. 536.
İslâm Ansiklopedisi, M.E.B. Eskişehir Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi 1997, 3. Cilt, s. 351-352.
KARABEY, Turgut, Ahmet Paşa, Hayatı, Sanatı, Eserleri, Akçağ Yayınları
Ankara 1999.
KÖPRÜLÜ, Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1966, s. 241.
LEVEND, Agah Sırrı, Divan Edebiyatı, Kelimeler, Remizler, Mazmunlar ve
Mefhumlar, Enderun Kitabevi, İstanbul 1984, s. 90.
ONAY, Ahmet Talât, (Hazırlayan: Cemal Kurnaz), Eski Türk Edebiyatında
Mazmunlar ve İzahı, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1992.
PAKALIN, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü II,
M.E.B. İstanbul, 1993 s. 695.
SOYKUT, İ. Hilmi, Türk Şiirinde Unutulmaz Mısralar, Sönmez Neşriyat,
İstanbul 1968, s. IV.

Konular