ŞAİR KİMLİĞİYLE İBN HAZM*

161
©sakarya üniversitesi ilahiyat fakültesi dergisi 13 / 2006, s. 161-175
arap dili ve belagatı
ŞAİR KİMLİĞİYLE İBN HAZM*
Dr. et-Tâhir Ahmed Mekkî**/Notlarla Çev.: Abdurrahman ÖZDEMİR***
Yazdığı kasideler çerçevesinde İbn Hazm, içinde feveran eden duyguları
dile getiren bir şair midir? Yoksa bilgisini, yeteneğini, entelektüel birikiminin
genişlik ve şümulünü ve bu konuda başkalarından hiç de geri olmadığını
ispatlama gayreti güden sade bir nâzım mıdır?
Kendisinin, en azından hayatının ilk yıllarında, şiiri toplumsal bir prestij
aracı olarak telakki ettiğini bir an olsun unutmamalıyız. Şiirini değerlendirirken de, hayal gücünün kanatlarını budayan ve onu sanatsal yaratım seması-
nın yükseklerinde süzülüp uçmaktan alıkoyan aşağıdaki etmenleri hesaba
katmalıyız:
1- Açıkça ve en azından görünürde aşamayacağı muayyen bir gerçekliği
ve belirli bir lügati kendisine dayatan toplumsal durum.
* Elinizdeki bu yazı, Dr. et-Tâhir Ahmed Mekkî’ye ait Dirâsât an İbn Hazm ve kitâbihî
“Tavku’l-hamâme”, adlı eserin 1981 yılında Kahire’de Dâru’l-meârif tarafından yapılan
III. Baskısının 397 – 408. sayfalarının çevirisidir. Başlık orijinal metne ait olmayıp içerikten yola çıkarak tarafımızca yakıştırılmıştır. Metin içerisinde yer alan Arap Dili ve
Belâgatına dair kavramlar tarafımızca açıklanmış, kaynakları dipnotlarda gösterilmiştir.
orijinal metnin dipnotlarıyla karışmaması için bu açıklamaları muhtevi dipnotların sonuna (Çev.) kaydı düşülmüştür.
** 1924 yılında Mısır’da dünyaya geldi. 1952’de Dâru’l-ulûm Fakültesinden mezun oldu.
Doktorasını 1961 yılında İspanya’da Madrid Üniversitesi’nde verdi. Hâlen mezun oldu-
ğu Dâru’l-ulûm Fakültesi Edebî Tetkikler Bölümünde hoca olarak görev yapmanın yanında Tunus, Madrid, Ürdün ve Cezair’deki bazı üniversitelerde misafir öğretim üyesi
olarak bulunmaktadır. Eserlerinden bazıları: Dirâsât an İbn Hazm ve kitâbihî “Tavku’lhamâme”; Pablo Neruda: Aşk ve Mücadele Şairi; el-Endelüs asdâ’ mine’l-mâzî ve çok
sayıda edisyon-kritik ve çeviri. Ayrıntılı bilgi için bkz.
http://www.arabicacademy.org.eg/showmem.asp?id=11 (Çev.)
*** Yrd. Doç. Dr., Gazi Ü. Çorum İlahiyat F. Arap Dili ve Belagatı Anabilim Dalı.
162
2- Söyleminin tamamına yansımış, daimi bir bilinç, sürekli bir teyakkuz
ve sağlam bir mantık üzere bulunmasını gerektiren keskin bir ilmî hayat.
3- Eleştiri alacak işlerden kaçınmasını ve zan ve şüpheye mahal olacak
hususlardan uzak durmasını gerekli kılan, çağının bilginleriyle arasındaki sert
mücadele ortamı ve ülkesinin siyasetine aktif katılımı.
4- Son olarak da, “Tavku’l-hamâme” adlı kitabının tekraren işleyip etrafında döndüğü, hiçbir şekilde aşamayacağı belirli bir düşünce çerçevesine onu
hapsedip özgürlüğünü sınırlayan ve çoğu şiirinin konusu durumundaki spesifik bir tema.
Bilinçsizlik yani hayal halinden uzak, dışından ve içinden gelen ilhamları
engelleyici bir takım prangalar arasında sıkışmış, akıl - mantık dairesinde ve
şuuru yerinde olarak hareket eden sanatçının ortaya koyduğu eser sönük ve
mat olur; kendisi şayet şairse yapıtı donuk, kuru olmakla ve nesre benzemekle nitelendirilir. Eskiden eleştirmenler “ilim ehlinin şiiri soğuk olur, onda
parıltı ve alev olmaz” demişlerdir.
İbn Hazm, Tavku’l-hamâme’de şiir söylemek için şairlik yetisini zorluyor.
Onu nesir olarak yazdığı fikirleri çevreleyen çizgilerle sınırlandırıyor. Adı
geçen kitap fikrî meselelerle dolu ve adeta aşka dair tüm konuların sergilendiği bir teşhir mahalli hüviyetindedir. İbn Hazm’a göre nesrin görevi düşünceleri bütünüyle ifade etmektir. Şiir ise aynı konuda ancak tekellüfle ve uzun
kasideler ve basit nazım formatlarında nesre iştirak edebilir. Anılan tarz şiirler, nazm edicisinin fıtraten şair olduğunu göstermekten uzak olup, sadece
onun aruz, nahiv ve belagat bilgisinin yanı sıra geniş bir kelime hazinesine ve
onları kullanma kudretine sahip olduğunu gösterir. Tabiatıyla bu ikisi birbirinden tamamen farklı şeylerdir.
Buna rağmen İbn Hazm’ın şiirleri arasında, gerçek bir hayat tecrübesinin
doğru bir ifadesi olarak sudur eden göz ardı edilemeyecek kıymette bir damar daha vardır ki sayesinde bir lafız ve bir anlam yaratabilmiştir. Nitekim
nesrindeki güzelliğin yanı sıra sevgilisi Nu’m hakkında yazdığı beyitler, tüm
kriterlere göre güzel ve hoş şiirler zümresi içinde değerlendirilebilecek türdendir. Kaçma, göçme; güvenli bir yer, bir sığınak arama; sabrının tükenişi,
gözyaşının gönlünün derinliklerinde gizli kalmış sırları ifşa edişi; konma
göçmeden bıkmış bir bedenle konduğu yere ve oradaki insanlara alışmış bir
kalp arasında bocalayışı gibi çektiği siyasî sıkıntıları tasvir edişi de aynı güzelliktedir. Anlatışına göre ayrılıklar kendisini yıpratır, seyahatler elem verir. Ne
163
bir ev doğru dürüst kendisine mesken olur, ne bir şehrin eni konu hayrını
görür. Tek bir yatakta kesintisiz uzun bir uyku uyumak da nasip olmaz kendisine. Hadiselerin rüzgarı bir bulut parçası gibi kendisini dilediği yere sürükler. Yahut hali gökyüzünün ortasında bazen görünüp bazen kaybolan bir
yıldızı andırır. Tıpkı Kelime-i Tevhid’i duyan kafirin içinin daralması gibi,
yeryüzü, insanlar ve şehirler kendisine darlık verir.
Belirtilen beyitlerin güzelliği musikîlerinden ve nağmelerinin insicamından kaynaklanır. İçinde kulak tırmalayıcı ve fazladan bir tek kelime bile yoktur. Artı bir değer olarak ise bir incelik, halinin ve ıstırabının çok hassas bir
tasviri söz konusudur. Allah’ın arzında amaçsız bir şekilde avare avare gezer
durur. Olaylar kendisini sürükler, hattı hareketini musibetler çizer. Bezgin
vücutla alışkın kalp arasında yapılan karşılaştırma, çektiklerine bizim dahi
hissedebileceğimiz gerçek bir boyut kazandırmıştır.
Geçip gitti seneler, birlikte ben sabır taşı da buldum fena
Göz yaşı kaburga kemikleri arasında gizlenen sırrı etti ifşa
Yorgun bir vücut, kaldığı yere ve insanlarına alışmış bir kalp
Ki zaruri ayrılık görünmesin ufukta, acıtıyor, çektiriyor cefa
Mahal olup barındıramadı kendisin ne bir yurt ne de ülke
Daimi seyranı imkan vermedi asla yattığı yatağı ısıtmaya
Sanki kendisi gökyüzünde süzülen bulutlardan bir parça
Bir rüzgar alıyor kendisini ve itekliyor uzak ufuklara
Yahut da yeryüzünden hareket halinde görünen bir yıldız
Bir kaybolup, bir görünüyor; seyranı böyle yapıyor ona
Sanki o bir Kelime-i Tevhit nidası; duymaya görsün kafir
Daralır içi hemen, bir kere ayrıldı mı dönmez tekrar o yana
Kimi zaman onda yeni ve özgün manalar yakalarsın. Sözgelimi ölüm sırf
acıdığı için aşığın canını alır. Çünkü aşkının kendisine verdiği elemlerin kasvetine şahit olur:
Yaşamadı, çünkü acıdı kendisine ölüm
Çünkü gördü sıkıntılar içinde kördüğüm
Yıldızın hareketinin, sanki ya bir kusur işlemiş veya korkmuş veya aşkından bitap düşmüş veya bir randevu bekleyen biri gibi ağır ve yavaş olduğunu
164
söyleyen şu beyitlerinde kendisindeki ince betimleme ve güzel benzetme
kapasitesini görüyoruz:
Sanırsın ki o bir kusur işlemiş ya da korkmuş ürkmüş
Ya bir randevu bekliyor ya da aşkından bitmiş çökmüş
Güzel kız, gözlerin nazargâhı ve kalplerin merası olduğunun farkında
olarak gurur, kibir ve çalımla salına salına yürür. O böyle yaparken güzelliği,
edası ve nazıyla bir güvercini andırmaktadır:
Yürüyüşü için güvercin misal verilir
Ne hızlıdır kınanır, ne yavaştır yerilir
Ya da söz konusu güzel ılgıt ılgıt esen hafif bir rüzgarla salınan dingin ve
huzurlu bir nergis dalına benzer:
Salını salını yürürken sanki o nur
Bahçede bir nergis dalıdır mağrur
Bütün bunlar uygar bir toplumla, özünü çevresindekilerden sıyırabilmiş
ve yaşamını gelenekten hıfzettiklerine bağlı olarak sürdürme eğiliminde olmayan bir şairin zevkini yansıtan tasvir örnekleridir.
Sevgilisinden ayrılırken yok oluşa sürükleniyormuşçasına acı çeker. Kısa
süre içinde sevgiliye geri dönünce, gökyüzünde bir takım evrelerden geçtikten sonra tekrar ilk haline dönen dolunay gibi parlar ve yüzünde güller açar:
Sana gelirken uçuyorum büyük bir iştiyakla
Gök yüzünde dönüp dolaşan bedr misali
Amma senden ayrılırken gidesim gelmiyor
Ölüme giden bir miskine benziyor özüm hali
İbn Hazm tek bir beyitte iki şeyi başka iki şeye benzetebilmekle övünü-
yor. Çünkü ona göre bu, şiirde ender rastlanan güzelliklerden biridir:
O ve gece, aşk ve sevda ateşi sanki
Zihnimde parlayan karanlık gece vakti
Kendisi bundan daha mükemmelini dahi vücuda getirebildiğini söyler.
Daha mükemmeli olarak nitelediği, bir beyitte üç veya dört teşbihin birden
yapılabilmiş olmasıdır. İkisinin de örneği aşağıdaki beyitlerdedir:
165
Aşka hedef olma, paylama, hicran ve rıza sanki
Sevgi bağı, rakipler, felaket ve en mutlu olmak misali
Utangaçlık, yağmur bulutları ve mis kokan bahçe
Gözyaşları, gözkapakları ve gül yanaklardır bence
İlave olarak şunu söylüyor: Bana ait bundan daha mükemmel bir kompoze daha söz konusu ki o da bir beyitte beş teşbihin birden yapılmış olmasıdır. Buna dair örnek aşağıdaki beyittir:
Sanki ben, o, kadeh, bade ve zifiri karanlıklar
Haya, servet, inci, altın tozu ve siyah kehribar1
Bence bunun şiirin güzelliği ve değeri bağlamında herhangi bir önemi
yoktur. Zira böylesi bir şey, doğal ve spontane olandan farklı olarak daha
fazla sanat yapıldığını gösterir. Önceden de belirttiğimiz gibi şairin şiir yazma
gücünün daha fazla olduğunu göstermez. Benim açımdan şiirin güzelliği bir
beytinin içindeki benzetmelerin sayıca çokluğuyla değil, ancak benzetmenin
isabeti yanında şairin duygularını yansıtma ve muhatabının iç dünyasına tesir
edebilmedeki incelik derecesiyle ölçülür. İbn Hazm, şayet daha fazla yaşasaydı; bu tarz sanatın tasavvur ettiğinden daha ileri bir boyuta ulaştığını,
meselenin bir beytin gücünün ve çerçevesinin ötesine geçtiğini görecekti. Bu
cümleden olmak üzere artık şairler bir hatta iki beyit içinde bir sürü müşebbeh (benzetilen) zikrettikten sonra müteakip bir, iki veya daha fazla beyit
içerisinde de onların müşebbeh bihlerini (kendisine benzetilen) sergilemeye
başladılar. Bazen yapılan teşbihlerin sayısının on altıyı bulduğu ve aralarına
tek bir söz fasılasının dahi girmediği oldu. Söz konusu örnekler tanzîr2 ve
ta‘kîd3 dünyasına girmiş, hatta belagat ilmi ona “el-Leff ve’n-neşr”4 başlığıyla
müstakil bir bab tahsis etmiştir.5
1 Tavku’l-hamâme, s. 30 – 31; Son beyit için ayrıca bkz. Nefhu’t-tabîb, İhsan Abbas Tab‘ı,
III, 599.
2 Tanzîr: Kişinin, hangisinin daha yerinde ve güzel olduğunu tespit için benzer ya da
farklı anlamdaki iki kelam arasına nazar etmesi, her ikisini düşünüp zihninde tartmasıdır.
Bkz. Ahmed Matlûb, Mu‘cemu’l-mustalahâti’l-belâgıyye ve tetavvuruhâ, Mektebetu Lubnân, 2.
bs., Beyrut 1996, s. 427. (Çev.)
3 Ta‘kîd: Kelimelerin yerli yerinde kullanılmayışı veya yan yana gelmesi gereken sözcüklerin arasının ayrılması yahut da istenen anlamı ifade edecek sözcüğün seçiminde yanlışa
düşülmesi neticesi ortaya çıkan ifade bozukluklarına denir. Bkz. Ali el-Cârim, Mustafa
Emîn, el-Belâgatu’l-vâdıha, İstanbul, ty., s. 6 – 7. (Çev.).
166
Tavk’ın şiiri ve nesri arasında
Daha önce değindiğimiz gibi, İbn Hazm’ın şiirinin kahir ekseriyeti
“Tavku’l-Hamâme” adlı eserinde mündemiçtir. Adı geçen eser, onun duygusal ve insanî yaşamının parlak bir aşamasını temsil eder. Eser aynı zamanda,
onun kaleminden çıkmış sanatlı nesrin en parlak sayfalarından azımsanamayacak bir bölümü de içine alır. Çünkü o, geri kalan kitaplarının tümünde
veya daha ihtiyatlı bir tabirle büyük bir kısmında, amacı izah ve ikna olan bir
alimdir. Tavk’ta ise hedefi duygularını ifade etme ve tasvir olan bir aşık hüviyetindedir. Tarihi bir olayı açıkladığı veya giriş mahiyetinde yazdığı bölümleri
dışarıda tutacak olursak, nesri kendi bağlamı içerisinde belagatın zirvesine
ulaşmıştır.
İbn Hazm’ın “Tavk” taki nesri güzel beyan örnekleriyle doludur. Çoğunluğu itibariyle ahenkli ve ritimli bir özellik arzeder. Keza yerinde kullandığı
seciler6 de zorlama olmaksızın doğal olarak gelir. Cümleleri kısadır, içinde
musikî nağmeleri taşır. Bütün yönleriyle künhüne varana dek anlam arayışını
sürdürür. Kendisini kimi zaman, hissedilen ve fakat itici gelmeyen bir tür
ıtnab (sözü uzatma)7 içine sürükleyen, belki de bu eğilimidir. Bir tek fikri
ifade etmek için cümleler, bir halavet ve insicam içinde peş peşe sökün eder.
Nesri “tıbâk8 ve mukâbele”9 sanatının değişik türleriyle doludur. Bu sanatlar
ya eski belâgî formatında tek lafızlar halinde ya da belagat ilminin daha önce
4 Leff ü Neşir: Birden fazla kavramı bir arada zikredip, ardından her biriyle alakalı mefhumları ilk söyleniş sırasına bazen riayet edip bazen etmeden ifade etmektir. Krş.
Matlûb, a.g.e., s. 525 – 527; Ahmed el-Hâşimî, Cevâhiru’l-belâga fi’l-meânî ve’l-beyân ve’l-bedî‘,
Kahraman Yay., İstanbul 1984, s. 376 – 377. (Çev.).
5 İspanyol müsteşrik [ سوليداد خيبرتSolidad Jaibert? (Çev.)], Endülüslü Şair İbn Hâtime
hakkında yürüttüğü çalışma sırasında bu olguyu ele alıp incelemiştir. Bkz. Dr. et-Tâhir
Ahmed Mekkî, Dirâsât Endelusiyye fi’l-edeb ve’t-târîh ve’l-felsefe, Dâru’l-Meârif, Kahire 1980,
s. 149 – 150.
6 Sec‘: Ard arda gelen cümlelerin sonlarının birbirine ahenk oluşturacak bir keyfiyet arz
etmesidir. Anılan özellik şiirde olursa kafiye, nesirde olursa sec‘ adını alır. Kimi bilginlerce tescî‘ diye de adlandırılmıştır. Bkz. Matlûb, a.g.e., s. 311 vd. (Çev.).
7 Itnâb: Değişik nedenlerden ötürü düşünülen bir yarar dolayısıyla sözün anlamın gerektirdiğinden fazla sarfedilmesi keyfiyetidir. Bkz. el-Cârim, Emîn, a.g.e., s. 250. (Çev.).
8 Tıbâk: Birbirine anlamca karşıt iki lafzı bir arada kullanmaktır. Bkz. el-Hâşimî, a.g.e., s.
366; el-Cârim, Emîn, a.g.e., s. 281; Matlûb, a.g.e., s. 522 – 523. (Çev.).
9 Mukâbele: Birbiriyle uyumlu iki veya daha fazla anlamın hemen peşinden karşıtlarını
sırasıyla bir bir zikretmektir. “Size güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri ise haram kılar” (Araf
7/157) ayet-i kerimesinde olduğu gibi. Bkz. el-Hâşimî, a.g.e., s. 367 – 368. (Çev.).
167
sahne olmadığı şekilde, birden fazla fikri muhtevi biçimbirimler halinde tezahür eder. Onda kimi zaman kişiler ve mekanlar, her biri diğerinin karşısında olmak üzere, birbirine zıt olarak gelir. Böylelikle her iki tarafta da anlamın
gücü artar, tasvir daha da netleşir. Nesrinde “cinas”10 az kullanılır.
Şiirini ve nesrini kıyasladığımızda, bana göre, nesir kefesi daha ağır basar.
Nesirde geleneksel kalıpların üzerine çıkarak, içinde kişiliğinin net bir biçimde tebellür ettiği, duygu, düşünce ve tepkilerini doğru olarak yansıtan asil bir
iş ortaya koymuştur. Halbuki şiir nazmında sadece geleneksel kalıplara bağlı
kalmıştır. Üstelik yazdıkları çoğu zaman doğal olmayan zorlama ifadelerdir.
Gerek lafız, gerek anlam, gerekse konu bağlamında kendinden önceki şairlerin izinden gitmiş, onlarla aynı kulvarı paylaşmakla gurur duymuş ve kendilerini aşma gayreti içerisine girmiştir. Sadece bu söylenenler bile özgünlük
vasfını kendisinden uzaklaştırır, onu taklit dairesi içine yerleştirir, hayal ve
tabir semasına yükselerek süzülmekten alıkoyar. Bazı şiirlerinin gerçeği tam
olarak yansıtmadığını bizzat kendisi açıkça itiraf eder. Zira şairler “yapmadıklarını söylerler”. Gerçeği yansıtmayan şiirlerini nazmederken onların izinden gitmiştir. Çünkü sanat bunu gerektirir. “Şiir söyleyenin şiir mertebesinden çıkması hatadır”. Bu kural belki de, bir kısmını yukarıda sıraladığımız,
bir kısmınaysa ileride değineceğimiz diğer sebeplerin yanında şiirindeki kuruluk, heyecan ve gerilim eksikliğinin arkasında yatan ana sebeptir. Çünkü
gerçek bir hayat tecrübesini aktardığı şiirleri güçlü, sağlam ve hatta velveleli
olmasının yanı sıra yukarıdaki gibi bir takım kayıtlardan da uzaktır.
Hataları ve Sürçmeleri:
İbn Hazm’ın felsefî, lugavî ve fıkhî kültürü şiirine de yansımıştır. İnsan
ruhunun derinliklerine dalma ve içindekileri analiz etme gücünün işe yarayacağı yerlerde bunun faydasını da görmüştür. Ancak aynı kültürel altyapı tasvir alanında kendisinin şairliğini katletmiştir. Çünkü kültürel birikimine ait
bir çok terim, beyitlerinin arasına sızmıştır. Bunlar tabiatıyla, ruhta, sözlükteki anlam sınırının ötesinde bir ritim ve tesir oluşturan şiirsel ifadeler için hiç
de elverişli olmayan mat, parıltısız, keskin ve anlam evreni sınırlı lafızlardır.
10 Cinâs: Lâfızları bir, anlamları farklı (sesteş / eşsesli) iki kelimenin aynı ifade içerisinde
kullanılması durumudur. Ayrıntılı bilgi için bkz. el-Hâşimî, a.g.e., s. 396 – 403; el-Cârim,
Emîn, a.g.e., s. 263 – 265; Matlûb, a.g.e., s. 264 - 268. (Çev.).
168
Arkadaşlarının “el-İdrâku’l-mütevehhim” adını verdikleri kasidesinde, felsefenin İbn Hazm üzerindeki tesiri açıkça görülür. Söz konusu kasidede şu
beyitleri söylemiştir:
Her şey zıddıyla kaimdir görüyorsun, zira sahib-i nazarsın
Peki anlamların farklılığını yani zıddiyetini nasıl tanımlarsın
Ey her hangi bir cihete sahip olmaktan münezzeh cisim
Ey sabit olan araz, olmayan fani, bilmeyen nedir bitim
Tüm söz yollarını bize tıkadın, kar etmedi olsa da adımız nâtık
Sen ortaya çıktın çıkalı açıklığın kaybetti, anlaşılmaz oldu artık
Felsefeyi geçerek Astronomiye gelir.
Yaşasaydı Batlamyus inanırdı, etseydi şayet ömrü vefa
İnsanların en güçlüsü olduğuma gezegenleri durdurmada
Nitekim şu beyitler de aynı türdendir:
O kadar yaklaştı ki emelim, elimi uzattım tutayım diye
Büküldü, döndü o vakit, yürüdü revan oldu galaksiye
Evvel inanırdım erişmeye, şimdiyse ümidi kestim ondan
Akyıldızla buluştu, beraberdi zaten onla bakarsan maziye
Aynı şekilde şunlarda da söz konusu ilme göndermeler vardır:
Bir sıcaktır, kuşluk güneşi oğlak dönencesine girince
Teni okşayan yumuşak bir soğuk olur aslana erince
Felsefeyi ve astronomiyi geçerek dile geldiğimizde, şiirlerinde onunla ilgili de bir çok terime rastlarız. Bir delikanlıyla bir kızın hikayesini; öpüştüklerini, öpüşürken bir siperin arkasından onlara görünmeden birinin geldiğini
anlattığı beyitlerin sonunda şöyle der:
Başka bir vecih görüyor musun burada
Fail ile mef’ûlünün uyumundan başka
Seviyesiz insanlara karşı toleransı konusunda kendisini nahiv kurallarına
atıfta bulunarak şöyle niteler:
El çekti nefsim zarureten edânîyi ıslah etme emelinden
Tıpkı cer harflerinin uzak durması gibi fiilin evvelinden
169
Benzer biçimde şöyle der:
Ayrılmaz noktalarımızın çokluğundan o ve biz
Olduk adeta isimle müsemma gibi bir bilseniz
Aynı şekilde şöyle der:
Çekiştiriyorum onu, her nereye çekilirse; ama şaşırdım ben
Men‘ut, nahiv ve na’t gibi nasıl girdim bir şekle diğerinden
Şiirinde fıkhî tınılar yaygındır. O aşağıdaki sözleriyle, aşktaki rakibini insanların fiillerini gözeten “Rakîb ve Atîd” adlı iki meleğin üçüncüsü sayar:
Etrafımdaki herkes için tahsis edilmiş iki gözetici melek
Bana özel davrandı Arş’ın Sahibi bir üçüncüyü ekleyerek
Aşağıdaki beyti de aynı özelliktedir:
Bıkkın ve bezgin birinin aşkı mı bırak
Geri almak üzere verilmiş bir borçtur ancak
Şu beyit de yine aynı türdendir:
Nice hâl vardır ki beyan eder başka bir hâli
Hamilelikle zina hükmünün sabit olması misâli
Aşktan bahsettiği aşağıdaki beyitlerde de Kelam ve Mantık ilimlerinin tesirini net bir biçimde görmekteyiz. Şöyle ki kimi zaman pek de güzel olmayan birine aşık olunabilir. Çünkü güzellik ve ahlakça uyum onun için şart
değildir. O nefsin özünde, yani cevherinde bulunan bir şeydir. Bütün bunları
şöyle dile getirir:
Özde tenâhî olduğu için bakidir sana aşkım
Ne bir zerre azalır, ne artar değişmez iştiyakım
İradeden özge vardır ne sebebi ne de illeti
Lakin kimseye nasip olmaz bilgisi marifeti
Görüyorsak eğer, bir şeyi kendisi için illet
O bir varlıktır, yokluğu düşünülmez ilelebet
Ancak bir şey için aksini düşünüyorsak, eğer
Yoksak o da yoktur; varlık olarak etmez değer
170
“Tenâhî”, “İllet” ve “Sebep” terimlerinin tamamı Kelamî terminolojide
sıkça kullanılan kavramlardır. Mutlak kemal anlamına gelen Tenâhî’ye noksanlık arız olmaz. Kemal vasfı mutlak olduğu için ziyade de söz konusu
olamaz. İllet ma’lûl ile sebep müsebbeb ile özdeş olursa bu ebedi varlığa
delalet eder. Ancak bu ikililer birbiriyle özdeş olmaz da farklı olursa bu takdirde bir süreklilikten (ebediyet) söz etmek mümkün değildir. Kelam alimleri
bu olguyu şu sözlerle ifade ederler: İllet, gerek varlık gerekse yokluk yönünden ma’lûl ile birlikte deveran eder. O varsa ma’lûl de vardır, yoksa o da
yoktur.
Sevenden kaynaklanan hicranı dile getirirken “Takiyye” terimini kullanır:
Din-i mübininde mübah kılmıştır takiyyeyi Allah
Esir alana karşı esaret altındakine yoktur günah
Helal kılmıştır küfrü ölüm korkusuyla olursa sadır
Hatta zatın mümini kafir görür ve öyledir sanır
Kimi zaman da bütün tasvirleri fıkıh kültüründen veya Kur’anî birikiminden alır. Aşağıdaki beyit bunun bir örneğidir:
Musa’nın asasını ver bana ve cümlesini çağır
Hepsi de dilini çıkarmış zehirli yılan olsa ne yazar
Aşağıdaki beyitler de aynı özelliktedir:
Her toprak onun ayağının üstüne bastığı
Güzeldir şüphe yok, mübarektir balçığı
Aynı şey başına geldi Sâmirî nam birinin
Göründü gözüne aksi Cebrailin kutsal izinin
Buzağının içini bu topraktan doldurdu
Ve ondan yayılan bir böğürüş oldurdu
Bütün bu tasvirlerin tamamı Kur’an-ı Kerim’de Taha Sûresi 87 – 96.
ayetler arasında anlatılan Sâmirî kıssasından alınmadır. Kıssanın ilgili ayetlerdeki orijinal biçimi şöyledir: “Aynı şekilde Sâmirî de onları ateşe attı. Şöyle ki
onlara böğüren bir buzağı heykeli çıkardı. Ardında o ve adamları dediler ki: Bu hem
sizin hem de Musa’nın ilahıdır. Ancak o, durumun böyle olduğunu unuttu……. Musa
dedi ki: Derdin neydi de Sâmirî, böyle bir şey yaptın? Sâmirî dedi ki: ben onların görmediklerini gördüm. O elçinin (Cebrail) izinden bir avuç toprak aldım ve onu (erimiş
171
ziynetlerin içine) attım. Beni böyle yapmaya nefsim kışkırttı.”. Bu ayetleri açıklarken
Müfessirler derler ki: Sâmirî Musa’nın kavmindendi. Onlardan takı olarak
taktıkları ziynetleri topladı ve onları eritip bir buzağı olarak döktü. Gözlerinin önünde Allah’ın Firavun’u boğduğu gün Cebrailin bineğinin izinden
aldığı bir avuç toprağı onun içine attı. Söz konusu toprak içine düşer düşmez
gerçek buzağı gibi böğürmeye başladı.
Coğrafî ve tarihî terimleri ise nadiren kullanır. Aşağıdaki farklı şiirlerine
ait iki beyit bunun örneklerindendir:
Komşu haneden olduğudur Hind hakkındaki tek bilgim
İsteyene Hind’den daha yakın Hindistan olsa da uzak iklim
Abşemî’dir sanki içinde yaşamış olduğum şu devir
Osman’a karşı Şiîler safındaymışım gibi ediyor cevir
Abşemî, Emevîlerin en büyük atası Abdüşşems’e nispettir.
Daha önce de doğası gereği göz alıcı ve şiirsel olmaktan uzak olarak nitelediğimiz bu lafızlar bir tarafa, yaptığı teşbihlerde de zorlamalar görüyoruz.
Teşbihleri adeta sonu başını nakzeder şekilde geliyor ve şairin istediği manayı oluşturamıyor. Mesela aşağıdaki beyitte o, ayrılıktan sonra kavuşma sevincinin güzelliğini, ölüm tarafında kuşatılmış birinin şifa bulup iyileşmesine
benzeterek tasvir ediyor. Böyle bir makamda ölümün zikri hoş ve güzel de-
ğildir:
Vuslatın öyle hoş bir süruru var ki, peşinden hicranın
Ki sevincine benzer ölümcül bir hastalıktan kurtulanın
Yahut aynı tema kompoze ediliş biçimi dışında şiir ile ilgisi olmayan, kuru bir nesir formatında işlenir:
Ne kötüdür vuslatın ardından hicran
Vuslatın en güzeli hicranın ardından olan
Tıpkı fakirken zenginliğe kavuşman gibi
Veya zenginken fakrın arız olması misali
Yahut da düşünce herhangi bir tasvir ve incelikten uzak soğuk bir tarzda
sergilenir. Nitekim aşağıdaki beyitler böyledir:
172
Gözlerim aydın oldu, size oldum diye yakın
Uzakta iken ısınmıştı sebebiyle gözyaşlarının
Allah içindir geçmişte olan rıza ve sabır
Allah içindir şimdi gelene hamd ve şükür
Kimi tasvirleri açıkça doğu tesirleri taşır. Söz konusu tasvirler güzel olmalarına rağmen aşağıda olduğu gibi oryantal tasvir kalıplarının bir tekrarı
mahiyetindedirler:
Gözyaşları aşıkın akıtılıp tüketiliyor
Aşkın pak örtüsü acımadan kirletiliyor
Sanki kalp ortaya çıkıp edince tebeyyün
Tuzağa düşmüş keklik misali eyliyor ün
Yukarıdaki iki beytinde Mecnûn’un aşağıdaki beyitlerinden esinlenmiştir:
Kalbim sanki ayrılıp gideceği gecenin arifesi
Leylâ’nın ki kendisi Âmiroğulları’nın kerimesi
Kapana kısılmış da çırpınan bir kekliği andırıyordu
Tutulmuş kanatlarını çekiştiriyor, kendini kandırıyordu.
İkisi arasındaki fark İbn Hazm’ın onu biraz da zorlayarak budayıp kı-
saltmasından ibarettir. İşin gerçeği sanat ve doğallık Mecnûn’un beyitlerindedir.
Kimi zaman hoş görülemeyecek bir biçimde oryantal lafızlar; yani doğuda meşhur ve şairleri arasında yaygın olan kalıpları kullanıyor. Halbuki Endülüs’ün edebî platformlarında böylesi bir tutumdan kaçınılır, yapanlar hoş
görülmezdi. Aşağıdaki beyitler onun bu yönüne misal teşkil edecek niteliktedir:
Oturanların en ağırı, oturdu mu kalkmaz yerden
Bir söz söyler, hoşlanmam sözle yaptığı hünerden
Üstündür Şemam, Radvâ, Litâm ve Yezbül şehirleri
Lübnan, Samân ve Hazin gibi doğulu şehirlerden
173
Şiirlerinde Musikî:
Bize kadar ulaşan şiirlerinin tamamında İbn Hazm’ın kullandığı aruz bahirlerini incelediğimde, muktedab11 ve mütedârek12 dışında döneminde bilinen bütün bahirleri kullandığını gördüm.
Ancak bu ikisi dışında kalan diğer bahirleri kullanma sıklığı da farklı
farklıdır. Kaside ve maktûa cinsinden bize ulaşan 222 parça şiirden 93’ü
tavîl13, 32’si basît14, 20’si vâfir15, 16’sı mütekârib16, 13’ü hafîf17, 13’ü serî‘18,
11 Muktedab: Teoride “Mef’ûlâtu müstef’ilün müstef’ilün” tef’ile üçlüsünün bir beyitte iki
defa tekrarlanmasından ibarettir. Ancak pratikte bu biçimiyle kullanıldığı hiç görülmemiş, daima “fâilâtü müfteilün” tef’ile çiftinin bir beyitte iki kez yinelenmesi biçiminde
tezahür etmiştir. Bkz. Muhammed ed-Demenhûrî, el-Hâşiyetü’l-Kübrâ alâ metni’l-Kâfî fî ilmi’l-arûz ve’l-kavâfî, 1. bs., Matbaatü’t-tekaddümi’l-ilmiyye, Mısır 1322, s. 61; Muhsin
Kaysarî, Şerh (Mevlânâ Isâmu’d-dîn’in Endelüsî Tercümesi ile birlikte), yy. 1280, s. 40; Ali Sâib
b. Muhammed Tevfîk (Sivâsî) , Muntazam Kayıtlı Arûz-ı Endelüsî ve Metn-i Kâfî fî ilmi’lkavâfî, Ârif Efendi Matbaası, Dersaadet 1316, s. 32 - 33; Ahmed el-Hâşimî, Mîzânu’zzeheb fî sınâati şi’ri’l-Arab, 11. bs., Matbaatü Hicâzî, Kahire 1951, s. 86 - 87. (Çev.).
12 Mütedârek: “fâilün” tef’ilesinin bir beyitte sekiz defa tekrarlanmasından ibarettir. Bkz.
ed-Demenhûrî, a.g.e., s. 64; Kaysarî, a.g.e., s. 44; Ali Sâib, a.g.e., s.37; el-Hâşimî, a.g.e., s.
95. (Çev.).
13 Tavîl: “Feûlün mefâîlün” tef’ile çiftinin bir beyitte dört kez tekrarından ibarettir. Bkz.
ed-Demenhûrî, a.g.e., s. 38; Kaysarî, a.g.e., s. 21; Ali Sâib, a.g.e., s. 16; el-Hâşimî, a.g.e., s.
29. (Çev.).
14 Basît: “müstef’ilün fâilün” tef’ile çiftinin bir beyitte dört kez tekrarından ibarettir. Bkz.
ed-Demenhûrî, a.g.e., s. 43; Kaysarî, a.g.e., s. 25; Ali Sâib, a.g.e., s. 18; el-Hâşimî, a.g.e., s.
39. (Çev.).
15 Vâfir: Teoride “mufâaletün” tef’ilesinin bir beyitte altı kez tekrarından ibarettir. Ancak
pratikte mısra sonlarındaki tef’ilelerde “mufâaletün” yerine daha ziyade “feûlün” kullanılmıştır. Bkz. ed-Demenhûrî, a.g.e., s. 45; Kaysarî, a.g.e., s. 28 - 29; Ali Sâib, a.g.e., s. 21;
el-Hâşimî, a.g.e., s. 46. (Çev.).
16 Mütekâreb: “Feûlün” tef’ilesinin bir beyitte sekiz kez tekrarından ibarettir. Bkz. edDemenhûrî, a.g.e., s. 62; Kaysarî, a.g.e., s. 43; Ali Sâib, a.g.e., s. 36; el-Hâşimî, a.g.e., s. 90.
(Çev.).
17 Hafîf: “Fâilâtün müstef’ilün fâilâtün” tef’ile üçlüsünün bir beyitte iki kez tekrarından
ibarettir. Bkz. ed-Demenhûrî, a.g.e., s. 59; Kaysarî, a.g.e., s. 38; Ali Sâib, a.g.e., s. 31; elHâşimî, a.g.e., s. 80. (Çev.).
18 Serî‘:Teoride “Müstef’ilün müstef’ilün mef’ûlâtu” tef’ile üçlüsünün bir beyitte iki defa
tekrarlanmasından ibarettir. Ancak pratikte mısra sonlarındaki “mef’ûlâtü” tef’ilesi ilk
mısraın sonunda bazen “fâilün” bazen de “feilün”; ikinci mısraın sonunda ise kimi zaman “fâilân”, kimi zaman “fâilün”, kimi zaman “feilün”, kimi zaman da “fa’lün”. Bkz.
174
10’u kâmil19, 4’ü münserih20, 4’ü muhalla‘ basît21, 3’ü müctes22, 3’ü medîd23,
2’si remel24, 2’si hezec25, 1’i muzâri‘26,1’i meczû’27 kâmil, 1’i meczû’ recez28,
ed-Demenhûrî, a.g.e., s. 55; Kaysarî, a.g.e., s. 35 - 36; Ali Sâib, a.g.e., s. 29; el-Hâşimî,
a.g.e., s. 72. (Çev.).
19 Kâmil: “Mütefâilün” tef’ilesinin bir beyitte altı kez tekrarından ibarettir. Bkz. edDemenhûrî, a.g.e., s. 47; Kaysarî, a.g.e., s. 29; Ali Sâib, a.g.e., s. 21 - 22; el-Hâşimî, a.g.e., s.
52 - 53. (Çev.).
20 Münserih: “Müstef’ilün mef’ûlâtü müstef’ilün” tef’ile üçlüsünün bir beyitte iki defa
tekrarından ibarettir. Yalnız beytin sonuna düşen “müstef’ilün” tef’ilesi uygulamada
“müfteilün” olarak gelir. Bkz. ed-Demenhûrî, a.g.e., s. 57; Kaysarî, a.g.e., s. 37; Ali Sâib,
a.g.e., s. 30; el-Hâşimî, a.g.e., s. 76. (Çev.).
21 Muhallâ basît: “Müstef’ilün fâilün feûlün” tef’ile üçlüsünün bir beyitte iki kez tekrarıyla
olur. Bkz. http://malkawi.com/cards/3aroodh/a7en.html (Çev.).
22 Müctes: Teoride “müstef’ilün fâilâtün fâilâtün” tef’ile üçlüsünün bir beyitte iki kez
tekrarından ibarettir. Ancak uygulamada hep sonuncu tef’ile düşürülerek “müstef’ilün
fâilâtün” biçiminde kullanılmıştır. Bkz. ed-Demenhûrî, a.g.e., s. 62; Kaysarî, a.g.e., s. 41;
Ali Sâib, a.g.e., s. 33; el-Hâşimî, a.g.e., s. 89. (Çev.).
23 Medîd: Teoride “fâilâtün fâilün” tef’ile çiftinin bir beyitte dört kez tekrarından ibarettir.
Ancak bu şekliyle hiçbir zaman pratize edilmemiş, mısra sonlarındaki “fâilün” tef’ileleri
düşürülerek, “fâilâtün fâilün fâilâtün” tef’ile üçlüsünün bir beyitte iki kez tekrarı biçiminde uygulanmıştır. Bkz. ed-Demenhûrî, a.g.e., s. 40; Kaysarî, a.g.e., s. 24; Ali Sâib,
a.g.e., s. 17; el-Hâşimî, a.g.e., s. 33 - 34. (Çev.).
24 Remel: Teoride “fâilâtün” tef’ilesinin bir beyitte altı kez tekrarından ibarettir. Ancak ilk
mısra sonundaki tef’ile pratikte teorideki şeklinden farklı olarak daha ziyade “fâilün” bi-
çiminde gelir. Bkz. ed-Demenhûrî, a.g.e., s. 53 - 54; Kaysarî, a.g.e., s. 33 - 34; Ali Sâib,
a.g.e., s. 26; el-Hâşimî, a.g.e., s. 66 - 67. (Çev.).
25 Hezec: Teoride “mefâîlün” tef’ilesinin bir beyitte altı kez tekrarından ibarettir. Ancak
pratikte mısra sonlarındaki tef’ileler düşürülerek, adı geçen tef’ilenin bir beyitte dört kez
yinelenmesi biçiminde tezahür eder. Bkz. ed-Demenhûrî, a.g.e., s. 50; Kaysarî, a.g.e., s.
32; Ali Sâib, a.g.e., s. 25; el-Hâşimî, a.g.e., s. 60. (Çev.).
26 Muzâri‘: Teoride “mefâîlün fâilâtün mefâîlün” tef’ile üçlüsünün bir beyitte iki kez tekrarından müteşekkildir. Ancak bu haliyle pratiğe hiç yansımamış, daima son tef’ilesi düşü-
rülerek “mefâîlün fâilâtün” tef’ile çiftinin bir beyitte iki kez tekrarı biçiminde uygulanmıştır. Bkz. ed-Demenhûrî, a.g.e., s. 61; Kaysarî, a.g.e., s. 40; Ali Sâib, a.g.e., s. 32; elHâşimî, a.g.e., s. 84. (Çev.).
27 Meczû’: Mısra sonlarındaki tef’ilelerin düşürülmesi keyfiyetidir. Söz gelimi Kâmil bahrinin tam biçimiyle inşad edilmiş bir şiirin tek mısraında üç tane “mütefâilin” tef’ilesi varken, meczû biçimiyle inşad edilmiş olanının tek beytinde anılan tef’ileden iki adet vardır.
Krş. el-Hâşimî, a.g.e., s. 20. (Çev.).
28 Recez: Tam biçimi “müstef’ilün tef’ilesinin bir beyitte altı kez tekrarından ibarettir.
Meczû biçimi ise anılan tef’ilenin bir beyitte dört kez yinelenmesiyle tezahür eder. Bkz.
175
1’i meczû’ vâfir, 1’i meczû’ remel, 1’i meczû’ hafîf, 1’i de meczû’ medîd29
bahirlerinde inşad edilmiştir. Tavîl ve ardından gelen basît bahirlerinin
tef’ilelerinin uzunluğunda fikirlerini sergilemesinde kendisine yardımcı olan
bir özellik bulduğu aşikârdır. Takip eden dört bahirde ise bir tını ve kulağa
hoş gelen tatlı bir musikî mevcuttur ki beste ve ritme elverişlidir.
Kafiyelerini daha ziyade dâl, râ’ ve nûn seslerinden kurmuştur. Birinci ve
ikinci harfleri 34’er, üçüncüyü ise 28 defa kullanmıştır. Bunlar tınısı güçlü
cehrî seslerdir. Hele ki fetha gibi hafif bir hareke alarak gunneli bir burun
harfi ile yan yana geldiğinde bu özelliği daha bir net ortaya çıkar. Zâ ve ğayn
harfleriyle hiç kafiyelendirme yapmamış; kha, zâl, ze, şın, tâ harfleriyle birer;
hemze, elif, se, cim ve sâd harfleriyle de ikişer kez kafiye inşa etmiştir.
İbn Hazm aruz ve kafiye kurallarını iyi bilen bir alimdir. Ancak beyitlerinin iç musikîsi -ki zevk-i selim, idman ve yetenekle birebir alakalıdır- bazen
cılız kalır. Şiirinin kimi yerlerinde yerli yerinde kullanılmamış başıboş kelimelerle karşılaşırız. Söz konusu kelimeler aşağıdaki şiirinde olduğu gibi, kulağa
ve zihne ağır gelmesinin yanı sıra dinleyicide zorlama oldukları ve şairin onları sadece beyti tamamlamak için şiire dercettiği hissi uyandırır:
“Saçları sarı diye onu yanımda zemmederlerken
Dedim: Bu vasfıdır işte, onu bana güzel gösteren.
Şaşkınlık alâmeti; kınarlar altın ve ışık rengini,
Eğri yolun yolcusu bir cahilin görüşü yüzünden.”30
En sonda yer alan دتممkelimesi musikî açısından ahenkli değildir. Öte
yandan “eğri yolun yolcusu= ”في الغواية ممتدtabiri de kişide şairin beyti tamamlamak için uydurduğu fazladan bir söz izlenimi doğurmaktadır. Aslına
bakılırsa “ ”دتممlafzı anlam ve ritim yönünden beyte bir katkısı bulunduğu
için değil, sırf kafiye öyle gerektirdiği için gelmiştir.
ed-Demenhûrî, a.g.e., s. 50 - 51; Kaysarî, a.g.e., s. 32 - 33; Ali Sâib, a.g.e., s. 25 - 26; elHâşimî, a.g.e., s. 63. (Çev.).
29 Medîd bahrinin tam biçimiyle uygulamaya yansıdığı hiç görülmemiş, hep mısra sonlarındaki tef’ileler hazfedilerek meczû’ biçimiyle kullanılmıştır. Durum bu iken müellifin
medîd terimine neden meczû’ sıfatı eklediği ayrıca tetkike muhtaç görünmektedir. (Çev.)
30 Devamında kelimeleriyle ilgili görüşler serdedilmesi dolayısıyla bu iki beytin Arapça
orijinallerini veriyoruz. (Çev.).
يعيبونها عـندي بشقـرة شعـرهـافقلتُ لهم: هذا الذي زانها عندي
يعيبــون لـون الــنور والتبــر ضلّــةًلـرأي جــهـول في الغــــواية مـــمتــد

Konular