BABANZÂDE AHMED NAİM’İN ARAPÇA ÖĞRETİMİNE DAİR BİR MAKALESİ

BABANZÂDE AHMED NAĠM’ĠN
ARAPÇA ÖĞRETĠMĠNE DAĠR BĠR MAKALESĠ,
Zafer KIZIKLI
ÖZET
Babanzâde Ahmed Naim (1872-1934) tarafından kaleme alınan “Lisân-ı
‘Arabîniñ Vucûb-i Tahsîli ve Usûl-i Tedrîsi Hakkında Birkaç Söz” adlı makale,
İslâm kültürü ile Arap dili arasındaki bağı ele alır. Arap dilinin, Türk insanı için
atadan kalan bir miras olduğunu, İslâm kültürünün anlaşılmasının ancak bu
dilin öğrenilmesiyle mümkün olabileceğini vurgular. Ayrıca, burada müellif
Arapça öğretimiyle ilgili önerilerde de bulunur.
Anahtar Sözcükler: Arapça, dil, eğitim, öğretim, İslâm kültürü.
ABSTRACT
An Article Written by Babanzāda Ahmad Na‘īm on Teaching of Arabic
Language
The article “A Few Words About the Necessity of Learning Arabic and Its
Teaching Methods” written by Babanzāda Ahmad Naīm (1872-1934), deals with
the relation between Islamic culture and Arabic language. He claims that Arabic
language is an inheritance that belongs to Turkish people from the former
Muslims and learning Arabic is necessary for the comprehension of Islam.
Besides, the author suggests some teaching methods relating to Arabic
language.
Keywords: Arabic, language, education, teaching, Islamic culture.
Giriş
Dinî, felsefî ve kültürel konularda çeşitli makaleler yazan
Babanzâde Ahmed Naim (1872-1934), Osmanlının orta ve yüksek
öğretim kurumlarındaki hocalığı döneminde Arap dilinin
öğretimine büyük önem vermiş ve bu konuyla ilgili düşüncelerini
ifade eden bir de makale kaleme almıştır. “Lisân-ı ‘Arabîniñ
Vucûb-i Tahsîli ve Usûl-i Tedrîsi Hakkında Birkaç Söz” başlığını
taşıyan bu yazısını, diğer makalelerinde olduğu gibi dergilerde
 Dr., Ankara Ün. İlâhiyat Fak. Arap Dili ve Belagati Anabilim Dalı –
ANKARA. E-mail: zaferkizikli@yahoo.com
Zafer KIZIKLI
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı:4
446
yayımlatmak yerine, Mehmed Zihni Efendi (öl. 1332/1914)‟nin1
yazdığı el-Muntehab fî ta‘lîmi luğati’l-‘Arab (Sarf kısmı)2 adlı kitaba
takdim/sunuş yazısı olarak koymayı daha uygun görmüştür.
Çünkü Mehmed Zihni Efendi, Babanzâde Ahmed Naim‟in hem
hocası, hem de hayranlık duyduğu ve kendisine örnek aldığı bir
kişidir. Mehmed Zihni Efendi, bu alanda sözünü ettiğimiz eserin
dışında, el-Muktadab (Nahv Kısmı)3 ile el-Muşezzeb4 adlı iki kitap
daha yazmış ve eserleriyle, o dönemde Arapça öğretiminde büyük
bir çığır açarak, “Emsile”, “Binâ’”, “Maksûd”, “‘Avâmil”, “‘İzzî”,
“Merâh”, “İzhâr”, “Kâfiye” gibi Arap dilini anlatan medrese
kitaplarına alternatif bir yöntem ortaya koymuştur. Babanzâde
Ahmed Naim ise, hocasının çalışmalarını takdir etmek ve Arapça
öğrenecek kimselere yol gösterip, onlara bir hedef belirlemek
amacıyla incelememize konu olan yazıyı kaleme almıştır. Makale
formatındaki bu yazının orijinal başlığını günümüz Türkçesine,
“Arapça öğrenmenin gerekliliği ve öğretim yöntemleri hakkında
birkaç söz” diye çevirebiliriz.
Arapça konusunda döneminin otorite isimlerinden biri olan
Babanzâde Ahmed Naim, Bağdat mektupçularından Mustafa
Zihni Paşa‟nın oğlu olarak 1872 yılında Bağdat‟ta dünyaya geldi.
İlk ve orta okulu doğduğu şehirde tamamladıktan sonra
İstanbul‟a gelerek Galatasaray Sultânîsi5 ve Mülkiye
1 Hayatı hakkında bkz. Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, Matbaa-i
Âmi-re, İstanbul h.1333, I, 310-312; Arslan, Ahmed Turan, Son Devir
Osmanlı Âlim-lerinden Mehmed Zihni Efendi: Hayatı-Şahsiyeti-Eserleri, M.Ü.
İlahiyat Fakultesi Vakfı Yayınları, İstanbul 1999; Ermiş, Hamza, Mehmed
Zihni Efendi’nin Hayatı, Eserleri ve Arap Dili ve Belagatindeki Yeri,
(Yayımlanmamış doktora tezi), Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, İzmir 2004; Çöğenli, M. Sadi, Müderris Hacı Mehmed Zihni
Efendi Bibliyografyası, Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Yayınları, Erzurum 1989; Kehhâle, „Umer Ridâ, Mu‘cemu’l-muellifîn,
Mu‟essesetu‟r-Risâle, Beyrut 1414/1993, III, 449; Kılıç, Hulusi, “Mehmed
Zihni Efendi”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, Ankara 2003, XXVIII, 542-543.
2 Bu eser, Arapça kelimelerin yapısından ve çekim kurallarından söz eder.
Ders kitabı olarak hazırlanmıştır, içerisinde öğrenciler için alıştırmalar da
vardır.
3 el-Muktadab, Arap dili gramer kuralları ve cümle kuruluşlarını konu alır.
Arap dili öğretiminde önceki eserle birlikte birbirini tamamlayıcı bir özelliğe
sahiptir.
4 Önceki iki eserde geçen konuları yüzeysel olarak anlatan, nispeten daha az
hacimli bir kitaptır.
5 Şu anki Galatasaray Lisesi‟nin eski ismidir.
Babanzâde Ahmed Nâim’in Arapça Öğretimine Dair Bir Makalesi
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı:4
447
Mektebi‟nde6 eğitim gördü. Çok iyi derecede Arapça, Farsça ve
Fransızca bilen Ahmed Naim, 1894‟te Hariciye Nezâreti (Dışişleri
Bakanlığı) tercüme kaleminde memuriyet hayatına başladı. Daha
sonra sırasıyla Maârif Nezâreti (Milli Eğitim Bakanlığı) Tedrîsât
Müdürlüğü, Galatasaray Sultânîsi Arapça hocalığı, Dâru‟lFünûn (İstanbul Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi müderrisliği
(profesörlüğü) görevlerinde bulundu ve burada felsefe, psikoloji,
metafizik, ahlak, mantık, dersleri okuttu. Kısa bir süre Dâru‟lFünûn umum müdürlüğü (rektörlüğü) görevini de yürüttü. 13
Ağustos 1934 tarihinde İstanbul‟da vefat etti.
Babanzâde Ahmed Naim, Arap edebiyatından seçtiği
parçaları Türkçeye çevirip bunları yorumlayarak “Bedâyi‘u’l-
‘Arab” (Arapların harikaları) başlığıyla 1901 yılında Servet-i
Fünûn dergisinde yayımlayarak yazı hayatına atılmıştır. Daha
sonraki yıllarda yazmış olduğu dinî, edebî ve kültürel
konulardaki makaleleri, Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlürreşâd
dergilerinde yayımlanmıştır. Kültür tarihimizde yazarın en önemli
çalışması ise, Kamil Miras (1874-1957) ile birlikte yaptıkları
Sahîh-i Buhârî‟nin Türkçe çevirisidir. Mekteb-i Sultânî‟7de eğitim
gören öğrencilere Arapça konusunda yardımcı olmak için
hazırladığı ve ders kitabı olarak okutulmuş “Sarf-ı ‘Arabîye
Mahsus Temrînât”8 adlı bir de kitap yazmıştır9.
6 Günümüzdeki Siyasal Bilgiler Fakültesi‟nin, Osmanlı‟daki karşılığıdır.
7 Mekteb-i Sultânî, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren büyük şehirlerde
kurulmaya başlayan ve günümüzdeki Anadolu liseleriyle, özel liselere
karşılık olan bir eğitim kurumudur.
8 Bu eserin ilk baskısı İstanbul‟da 1316/1900 yılında, ikinci ve üçüncü
baskıları da Mustafa Cemil‟le birlikte, İstanbul Mahmud Bey Matbaası‟nda
1321/1903 323/1905 yıllarında yapılmıştır. Eser, 220 sayfadan
oluşmaktadır.
9 Hayatı hakkında bkz. İnançalp, Muallim Cevdet, Müderris Ahmed Naim,
İstanbul 1935; Hansu, Hüseyin, Babanzâde Ahmet Naim, Kaynak Yay.,
İstanbul 2007;
Kara, İsmail, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi Metinler, Kişiler, Risale
Yayınları, İstanbul 1986, I, 273-308; Vakkasoğlu, Vehbi, Osmanlı’dan
Cumhuriyete İslâm Alimleri, Cihan Yayınları, İstanbul 1987; Beyatlı, Yahya
Kemal, Siyâsî ve Edebî Portreler, İstanbul 1968, s. 51-58; Çakan, İsmail,
“Babanzâde Ahmed Naim”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1991, IV,
375-376.
Zafer KIZIKLI
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı:4
448
Babanzâde Ahmed Naim’in Makalesinin Çevirisi:
“Bilginlerin gururu, kıymetli hocam, sayın Hacı Mehmed Zihni
Efendi hazretlerine çok küçük bir hediyemdir”10.
Arapça Öğrenmenin Gerekliliği ve Öğretim Yöntemleri
Hakkında Birkaç Söz11
«“Âlemlerin yaratıcısı Allahu Te„âlâ‟ya övgü ve Hz.
Peygamber‟e dua”12 görevini yerine getirdikten sonra” derim ki:
Din dili olduğu için tüm Müslüman milletlerin dillerini
etkilemiş, onlarla kaynaşmış, öyle ki verdiği sözcükler itibariyle
bu dillerin önemli bir parçası hâline gelmiş olan klâsik Arapçayı,
her Müslümanın, özellikle de konuştuğu dildeki sözcük sayısının
yüzde yetmişi Arapça olan bir Osmanlı vatandaşının
öğrenmesinin, çok gerekli olduğunu söylemek, bilineni tekrar
etmek olacağı için bu konuda söz söylemeyi boş bir uğraş olarak
görüyorum.
“Son zamanlarda bilim ve kültürün beşiği Batı ülkeleridir,
Arapların eserlerinin bize gereği yoktur, hep oraya bakalım.
Atalarımızın mirâsı artık bizi doyurmaya, beslemeye yetmiyor.
Kendimize mirâsyedi süsü vererek boş yere kendimizi
aldatmayalım. Var, yok hep Avrupa’dadır. Doğu’dan istifade
edecek hiçbir şeyimiz kalmamıştır” diyen radikal görüşlü
kimselerin düşüncelerine aklı başında olan hiçbir kimsenin
katılmayacağı açıkça ortadadır. Bu tür düşünce ve
değerlendirmeler, ne kadar parlak ifadelerle ortaya atılsa da, kısa
zamanda tutarsızlığı ve zararları fark edilerek bunların göz
boyayan sahte ışığı söner ve geçersiz bir hâl alır.
10 Bu cümle, metinden önce yer almakta ve Babanzâde Ahmed Naim‟in bu
yazıyı Mehmed Zihni Efendi‟ye armağan ettiğini ifade etmektedir (Ç.N.).
11 Bu makale, Babanzâde Ahmed Naim tarafından yazılmış olan Arap harfli
Osmanlıca orijinalinden günümüz Türkçesine çevirilmiş; ayrıca, metin
içerisinde gerekli görülen sözcükler notlandırılmıştır. Makalenin aslı,
«Mehmed Zihni Efendi, el-Muntehab fî ta‘lîmi luğati’l-‘Arab (Sarf kısmı),
Şirketi Mürettibiyye Matbaası, (1. bsk.), İstanbul 1304/1886» künyeli eser
için Ahmed Naim‟in yazdığı “Lisân-ı ‘Arabîniñ Vucûb-i Tahsîli ve Usûl-i Tedrîsi
Hakkında Birkaç Söz” başlıklı “takdim yazısı”dır (Ç.N.).
12 Bu ifade, orijinal metinde geçmemekle birlikte; yazarın “vâcibi edâdan
sonra” (görevi yerine getirdikten sonra) şeklindeki ibaresinin anlam
kapalılığını gidermek için onun sözüne yorum olarak tarafımdan eklenmiştir
(Ç.N.).
Babanzâde Ahmed Nâim’in Arapça Öğretimine Dair Bir Makalesi
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı:4
449
Aslında milletimizin varlığının dış süslemesi anlamına gelen
çeşitli sanat eserlerini Avrupa‟da aramalıyız. Fakat, ondan önce
manevi değerleri kendimizde bulmaya çalışmalıyız. Başkasının
eline muhtaç olan bir heykel, sanat eserleriyle ne kadar
süslenirse süslensin, güzelliği, parlaklığı ne kadar artırılırsa
artırılsın, yine de o cansızdır, kendiliğinden ileriye doğru bir adım
atamaz. Teknolojik araçlarla yürütülse bile, bilinç olmadığı ve
kendi varlığından da habersiz olduğu için gideceği yönü bilemez,
yine başka bir elin kensini yönlendirmesine ihtiyaç duyar.
Bir milletin kendini bilmesi, tanıması, toplum bilincine
varması, diğer milletlere karşı varlığını ispat etmesi, bilindiği
üzere dili, ahlâkî değerleri, gelenek görenekleri ve bunların
tümüne birden eğemen olan düşünceleri ve dinî inançları ile
mümkündür. Dünyadaki çeşitli milletleri birbirinden ayıran,
rekabet ortamına iten, ilerleme alanında yarışa davet eden,
başarı zevkini, geri kalmışlık acısını çektiren hep bunlardır. Dinî
inançları tahrip edilmiş, ahlâkî değerleri ve âdetleri çöküntüye
uğramış, dili bozulmuş bir milletin, bireyleri yaşıyor olsa da
kendisi tarihten silinmiş demektir.
Sadece birazcık düşünsek, görürüz ki, diğer Müslüman
milletler gibi bizim de Avrupalı komşularımızdan büyük bir
farkımız vardır. Uygarlık araçları, bizi onlara ne kadar yaklaştırsa
da, yine de aramızdaki uzaklık çok çok fazladır. El ele tutuşacak
şekilde birbirimize yaklaşsak bile, aramızdaki uzaklık
doldurulamaz bir uçurumdur. Dolsa dahi, iki taraftan birinin
varlığının sürmesiyle ancak bu gerçekleşebilir. Doğu, yine Doğu;
Batı, yine Batı‟dır. Bize göre, büsbütün Avrupalılaşmak oldukça
zordur, zararlıdır, hatta yok edicidir.
Avrupalıların bilim, sanat ve teknolojisini sevmeli, hatta
hayran olmalıyız. Onlardan işimize yarar her ne görürsek
almalıyız. Zaten bize de böyle emredilmedi mi? Fakat, bu sevgi ve
hayranlık, bizi, bize unutturmamalı, düşünce yapımızı, gelenek
göreneklerimizi, dinî ve millî ahlâkımızı gözümüzde
küçümsetmemelidir!... Bizim de gözleri kamaştıracak gayet
parlak bir geçmişimiz, bir zamanlar uygarlığa rehberlik eden,
ilerleme yolunda aydınlık meşalesi olan gayretli atalarımız vardır.
Onlara uymak, arkalarından gitmek, bilgi denizine atlayarak,
Zafer KIZIKLI
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı:4
450
günümüzde gelişmişliğin öncüsü sayılan milletlerle yarışmak da
onların torunlarına, yani bizlere ait bir görevdir.
Bu görevin yücelik ve kutsallık derecesini hakkıyla takdir
etmek, ancak millî onurumuzu unutmamaya, unutulmuş
olanları da yeniden hatırlamaya, atalarımızın ne büyük adamlar
olduklarını, bize miras olarak ne gibi şeyler bıraktıklarını
bilmeye; kısacası, kendimizi tanımaya, öğrenmeye bağlıdır.
Temeli çok derin ve manevî yönü yüksek olan bu amacı izlemek
için de, onların nice emekler harcayarak meydana getirdikleri
şeylerin, değerini bilmeyerek kulak ardı ettiğimiz, incelemeye
istekli olmadığımız ve hatta tenezzül bile etmediğimiz, tozlar
altında çürüttüğümüz, güvelere yedirdiğimiz, o sınırsız derecede
değerli yadiğârlardan hiç olmazsa yok olmaktan kurtulabilenlerin
kıymetini, önemini takdir ederek, bunlar üzerine inceleme ve
araştırmalar yapmamız gerekmektedir. Bu inceleme ve
araştırmalar, böylesi bir değer bilme anlayışıyla ele alınacak
olursa, söz konusu eserlerin yüzde doksanının dili Arapça olduğu
için, bir an önce Arapça öğrenmenin gerekli olduğu sonucunu
doğurur.
“Bir Türk’e göre, milli onurunu aramak için, bu Arapça
eserleri incelemeye niçin ihtiyaç duyulsun? Arap dilinin külfeti
altına girmek neden bu kadar gerekli olsun?” gibi sorulara gerek
yok diye düşünüyorum. Çünkü biz Osmanlılarca övünç kaynağı
olan geçmişteki üstünlük ve erdemlerimiz, tarihsel ilerleme ve
gelişmelerimiz, sadece Osmanlılık çerçevesinde meydana gelen
şeylerden ve Türkçe yazılmış eserlerden ibaret olmayıp, 1300
yıldır ortaya çıkan büyük olayların, tanık olduğumuz çok önemli
meselelerin hepsiyle ilgililenmemizin gerektiğini gösterir. „Osmanlı
Devleti, hilâfeti elinde bulundurmasından ötürü, bütün Müslüman
milletlerin merkezi olduğu için, yalnızca bu ülkenin devleti olmakla
kalmayıp, tüm Müslüman milletlerin devleti durumundadır‟
diyebiliriz. Çeşitli İslâm milletlerini, farklı ırklardan
Müslümanları, tek bir manevî bayrak altında birleştirerek Batılı
ülkelerin bir ütopyadan öteye geçmeyen tek bir çatı altında
toplanma düşüncesini, Osmanlı en mükemmel bir biçimde
oluşturmuştur ki, Arapların malı olan değerlerin tümü birden,
hem de eksiksiz olarak İranlıların da, Türklerin de malı olmuş,
Türklerin yaptıkları uygarlık eserlerinden Araplar da yararlanmış
ve bunların hepsi İslâm bahçesinin bereketli bir ürünü sayılarak
kardeşçe paylaşılmıştır. Bunların, herkesin yasal malı olduğunu
Babanzâde Ahmed Nâim’in Arapça Öğretimine Dair Bir Makalesi
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı:4
451
anlatmak ve kültürün erdemlerini yaymada cimrilik olmadığını
göstermek için bu eserlerin büyük çoğunluğu Kur‟ân diliyle
yazılmıştır.
Bu değerlendirmelerimizi, son dönemde varlığımızı bile
kendimize unutturacak derecede Batı uygarlığı hakkında oluşan
şaşkınlık ve büyülenmişliğimizin zararlı bir tepkisi olarak
görenler, Arapça eserlere rağbet etmeyişimizden ötürü çektiğimiz
zararları gereksiz yere yücelttiğimizi söyleyenler, eksik olmaz.
Bunlar düşünmüyorlar ki, bu lisan, din dili olduğu için manevî
varlığımızın damarlarına, sinirlerine ve ruhunun derinliklerine
kadar işleyip etkileyerek, ister istemez yönetimi altına almıştır.
Bu emsalsiz etkiyle var olan, sürekliliğimizi sağlayan,
düşüncelerimizin, moral değerlerimizin, gelenek ve
göreneklerimizin çoğu, tâ 1300 yıldan beri kıymetli bir emanet,
nadide ve cömert bir yadiğâr gibi babadan çocuklarına intikal
etmiştir. Bununla da kanaat edilmeyerek, unutulmasın, millî
değerlerimize zarar gelmesin diye kitaplara yazılarak
kütüphanelerin koruyuculuğuna ve önemine emanet edilmiştir.
Düşünmüyorlar ki, önemsiz ve gereksiz saydıkları bu dilin
sözcükleri ve deyimleri, Osmanlı dilinin hemen hemen yarısını
oluşturur. Hatta Arapça, yazı dilimizin üçte ikisini hiçbir
değişime uğramaksızın işğal etmiş ve dilimizin ayrılmaz bir
parçası hâline gelmiştir.
Arapların pozitif bilimlerini, şu anki uygarlık düzeyine
ulaşamadığı için Arap diliyle üretilmiş bilgilerin tümünü birden
hafife alıp aşağılayanlar, Arapça olarak yazılmış bilgilerden hiçbir
yarar sağlayamayacağımızı öne sürenler, inanç ve dinî yaşantıya
ilişkin olan şeylerden, tefsir, hadis benzeri ilimleri görmezden
gelirlerse, Batı bilimlerinin çok önemli bir kısmını meydana
getiren ahlâk ve hukuk kitaplarının çok değerlilerini, pek fazla
detaylılarını, Doğu kütüphanelerinde de bulabilirler. Bu
kütüphanelerden yalnızca Avrupa hayranlarının değil,
Avrupalıların da layıkıyla yararlanabileceğini anlarlar. Bu kadar
ilerleme ile birlikte, daha henüz çözülemeyen, çalkantılara yol
açan hukûkî ve toplumsal problemlerin, İslâm yasaları
çerçevesinde çözülmüş olduğunu görürler. İslâm bilginleri, bu
konuları dine dayalı olarak geniş bir biçimde incelemişler ve
tartışmaya gerek kalmayacak bir tarzda çözmüşlerdir. Kısacası,
bu iddia sahipleri, Avrupa‟da henüz emekleme aşamasında olan
Zafer KIZIKLI
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı:4
452
bu bilimlerin, bizde ihtiyarlamış, daha doğrusu ileri bir yaşa
gelmiş olduğunu görürler. Acaba, bir yabancının minneti altına
girmeden özbeöz kendi malımız olan bu bilimlerden istifade
etmeye kalkışsak, zarar mı ederiz? Acaba, içlerinde çoğu
anlaşılmayan, bir diğeriyle çelişen o bir sürü teoriyle, başlangıç
aşamasındaki acemi sayılan zihinlerimizi doldurmak, bize çok
daha fazla mı yarar sağlar? Avrupa‟nın o çeşitli eserlerine hiç
şüphesiz üstün gelen bu kitaplara, ihtiyacımızın olmadığı mı
söylenecek? Yoksa, bunların da değerli şeyler olduğunu mutlaka
Avrupalıların ağzından işitmeye mi gerek görülecek?
Bu gibi, Avrupalıların eğitim-öğretiminden en fazla
ihtiyacımız olan bilim dallarını bir tarafa bırakarak; bize göre,
önemi üçüncü, dördüncü derecede kalan Batı edebiyatının özüne
ve derinliğine ulaşmak için ömür tükettikleri, güzel sanatlara
merak ederek o kadar uzaklara uzandıkları halde, yanıbaşlarında
duran Arap edebiyatını yine merak ederek de olsa araştırsalar,
alıştıkları zevklerine, güzellik anlayışlarına bir zarar mı gelir?
Yoksa, Doğu‟ya dair bilgi sahibi olmayı bir oryantalistin
himmetinden mi bekliyorlar? İslâm dünyasının tarihi hakkında
bir fikir edinmek için, sadece Avrupalı dostlarımızın çevirilerini
okumakla mı yetinecekler?
Batı felsefesi öğrenmeyi saygınlık, Avrupa filozoflarının
birbiriyle çelişen, çoğunlukla da kendi kendini yalanlayan, temeli
hep olasılıklar üzerine kurulmuş, o bitmez tükenmez felsefe
teorilerini bilmeyi de en büyük dehâ ve marifet sayanlar, biraz
olsun kendilerine gelseler, “akâ’id bilimi”nden13 başka, İslâm‟ın
hikmetlerinden söz eden, gerçek yolu açıklayan, hakikatleri bir
araya getiren “tasavvuf bilimi” adıyla bir İslâmî felsefenin var
olduğunu, bu yüce bilimin sadece zamanın tahripkâr elinden
kurtulan kitaplarıyla pek zengin kütüphaneler meydana
getirilebileceğini gözleriyle görürler. Sırf çaba göstermeye, mânâ
gözüyle görmeye, ilâhî sırları keşfetmeye dayalı olan bu bilimi,
sistemleştiren ümmetin irfan sahibi büyükleri, hiçbir noktada
Avrupa filozofları gibi ihtilâfa düşmediklerini, feyiz yoluyla
katıksız hakikati doğrudan doğruya kaynağından aldıklarını,
oradaki hakikatlerin kuru bir sözden ibaret kalmayarak terbiye
ve ahlâkî arınmada nasıl uygulandığını, kalple ceset, ruhla beden
13 Akâid, İslâm dinindeki inanç ve imanî meseleleri konu alan bilim dalıdır
(Ç.N.).
Babanzâde Ahmed Nâim’in Arapça Öğretimine Dair Bir Makalesi
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı:4
453
arasında mevcut olup, yüzyıllarca çabaladıktan sonra tasavvuf
ehlinin keşfeder gibi oldukları güçlü ilişkilerin, ne kadar apaçık
olarak ortada ve erdeme ulaşmak için uygulamasının ne kadar
bilgelikle icrâ konumuna getirildiğini; kısacası, ruh hallerinin
gizemlerini algılayabilme konusunda ne kadar ileri gidildiğini
gördükleri zaman, hayrete düşmekten kendilerini kesinlikle
biliyoruz ki, kurtaramazlar. Kendimizin bu kadar sağlam, bu
kadar köklü bir felsefemiz varken, zihinlerimizi yabancı fikirlerin
kuruntu seline kaptırmaya neden ihtiyaç duyalım?
Sözün özü, bilineni bildirmek için kaleme alınan bu uzun
“ön söz”den şunu demek istiyorum ki, Batılılardan alacağımız
çok şey varsa, Araplardan alacağımız onlardan az değildir. Belki
önem bakımından Araplarınki, Batılılarınkinden daha da
üstündür. Her biri binlerce cilde ulaşan tefsir, hadis, akâid,
tasavvuf, ahlâk, hukuk, fıkıh usûlü14, tarih, siyer15, biyografi,
hatta edebiyata dair Arapça kitapları tamamen Türkçeye
çevirmedikçe, onların içeriğini güzel bir şekilde anlamadıkça,
Arapların sermayesine ihtiyaç duymaktan kurtulamayan
lisanımızın bağımsızlığını topyekûn kazanmadıkça, Arapçadan
uzak kalamayız. Onu öğrenmekten bir türlü vaz geçemeyiz. Bu
işi görebilmek için de hiç şüphe yoktur ki, yüzyılların geçmesi
gerekmektedir. Bu yüzyıllar geçtikten, bu iş görüldükten sonra
da acaba en özel talebimiz olan bu zenginlik, ortaya çıkacak
mıdır? Yine hiç şüphe yoktur ki, Kur‟ân ve hadis önümüzde
Arapça olarak dururken kıyamete kadar bu dilin
öğrenilmesinden vaz geçemeyeceğiz.
Bundan dolayı, mevcut bilim ve teknolojinin ulaştığı o
yüksek derecelere çıkabilmek için Batı dillerinden hiç olmazsa
birini öğrenmek nasıl ihtiyaç hâline gelmiş ise, her millete göre
millî özellikleri bir ayrıcalık vesilesi olduğu gibi, bizim için de bir
soyluluk sermayesi olması gereken milliyetçiliğimizi, millî
düşünce ve ahlâkımızı korumak, bunlarla uyuşmayan, hatta
aykırı olan yabancı düşünce ve geleneklerden kendimizi uzak
tutmamız gerekir. Milletimizin uygarlık yolunda
14 Burada yazar, “fıkh usûlü” tabiriyle “hukuk felsefesi”ni kastetmektedir.
Aslında bu ifade, İslâmî bilimler terminolojisinde “hukuk metodolojisi”
anlamında kullanılır (Ç.N.).
15 Hz.Muhammed‟in hayatını ve savaşlarını anlatan İslâmî bir bilim dalıdır
(Ç.N.).
Zafer KIZIKLI
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı:4
454
ilerleyebilmesinin en büyük teşvik aracı, millî varlığımızı
hissettiren tarihsel övünç kaynaklarımızı unutmamak için
Arapça öğrenmektir. Bu iş çok gerekli, hatta zorunlu olmalıdır.
Bu, ifade gücü yüksek lisan, öteden beri okullarımızda
yalnızca Osmanlıcada kullanılan Arapça sözcük ve deyimlerin
cümle içindeki yerlerini ve kullanımlarını öğretmek, okul
sıralarından yetişecek yazı işleri memurlarını Osmanlı şivesine
ters düşen yanlışlardan korumak amacıyla öğretilmektedir. Oysa,
derinliğine öğrenilmesi, ancak kapsamlı bir Osmanlıca sözlük ve
düzgün bir gramer kitabı ile mümkün olabilecekken, çok sığ bir
bakış açısıyla başlattırılan Arapça derslerinin, amacına ulaşmaya
yetmeyerek sonuçsuz kaldığı, Arapça öğretmenliği yapan kişilerin
sürekli dikkatini çekmekte ve onları üzmektedir. Halbuki, benim
naçizâne düşünceme göre, bir dili öğretmekte gerçek amaç, o
dilin kendisi olmadıkça yetersizdir ve güzel meyveler vermez.
Yabancı bir dili, örneğin Fransızcayı, sırf Fransızca öğrenmek için
tahsil ettiğimiz gibi, Arapçayı da Türkçeye yardımı olduğu için
değil, Arapça öğrenmek için tahsil etmeliyiz.
Bu dilin öğretiminde en büyük problemlerden biri,
öğrenilemez bir dil olduğuna dair genel bir kanaat oluşmasıdır.
Aslında bu durum öğretim yöntemlerimizin kalitesizliğinden ve
Türk insanına göre düzenlenmemiş olmasından kaynaklanır. Bu
gerçek, meşhur değerli hocam sayın Zihni Efendi‟nin “elMuntehab” adlı eserlerinde, “Arapça öğretimi konusunda var
olduğu sanılan zorluklar, sadece bir kuruntudan ibarettir. Arap
dili, Türkçemizin temel taşı olup, bize yabancı olmadığı için onun
öğretimi, Avrupa dillerininkinden daha kolaydır. Çekilen zorluk
öğretim yönteminin hatalı oluşundandır” diye açıklama
yapmaktadır. Bu gerçek, Avruplıların az zamanda Arapçayı
bizden daha iyi öğrenmeleriyle de açıkça ortadadır.
Bilinmektedir ki, hâlâ medrese öğrencilerine ilk uygulanan
yöntem, uygulama adına hiçbir şey görmeksizin derse devam
etmek ve gözünü açar açmaz bilmedikleri, anlamadıkları bir
dilden, dil kurallarını yorumlarına varana kadar, yarar
sağlamayan bitmez tükenmez tartışmalarıyla ve konu dışı
detaylarla birlikte ezberlemektir. Bu yöntemin en büyük
sakıncası, on beş, yirmi yıllık Arapça eğitiminin ardından iki
satırlık dahi Arapça yazı yazılamayışıyla görülmektedir.
Babanzâde Ahmed Nâim’in Arapça Öğretimine Dair Bir Makalesi
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı:4
455
Arapça öğretiminde ileri doğru atılan ilk adım, rüşdiye16
okullarının açılması üzerine Arapça kuralları, çocuklara Türkçe
olarak anlaşılır bir dille öğretmek ve Arapça ibareler yerine
Türkçe kavramlar ezberletme yöntemi olmuştur. Fakat Arapça
öğretiminin amacı, “nasara”17 fiilini hiç düşünmeden bir solukta
çekimini yaptırmaktan, “mubtedâ’ ile haber merfû‘dur”18 ibaresini
çocuğun ağzına vermekten öte gitmedi. Öğrencilerin zihinleri,
alıştırmalar yaptırılarak eğitilmediği için ve anlamaktan çok,
ezberciliğe alıştırıldığından dolayı, ileri doğru atılan bu adımdan
da beklenen yarar sağlanamadı. Arapça, anlaşılmaz, çözülemez
bir muamma hâlinde kaldı. Okul öğrencileri tarafından, ona dair
bir düşünce ve bilgi edinilemedi.
Bu yakışıksız durumun ıslahı, bu öğretim yöntemlerinin
düzeltilmesi, bir taraftan sayın değerli hocamız Hacı Mehmed
Zihni Efendi‟nin, diğer taraftan merhum Hacı İbrahim
Efendi‟nin19 itinalı ve özenli ellerine emanet edilmeleri takdir
edilmiş ki, “el-Muntehab”ların, “el-Muktadab”ların
yayımlanmasından ve Dâru‟t-Ta„lîm‟in açılmasından önce bu
konu, çok önemli olmakla birlikte o kadar da dikkat çekmemişti.
16 Beş yıl süreli ilkokulun ardından devam edilen üç yıllık bir eğitim-öğretim
sürecini kapsar. Günümüzde, ilkokul 6, 7, 8‟nci sınıflara karşılık
gelmektedir (Ç.N.).
17 “Yardım etti” anlamına gelen bu fiil, eskiden medreselerde okutulan “Emsile”
adlı kitapta geçen örnek fiildir. Söz konusu fiilin geçmiş zaman, geniş
zaman, emir, özne, nesne v.b. durumlara göre “kip çekimleri”ni ele alan bu
eser, öğrencilere ezber yoluyla verilmeye çalışılan, Osmanlı medreselerinde
Arapça öğretim sisteminin ilk aşamadaki ders kitabıdır. Bu eserin yazarı
bilinmemektedir (Ç.N.).
18 İsim cümlesini ifade etmek için kullanılan bir ibaredir. “Mubteda” özne,
“haber” yüklem anlamındadır. “Merfû‘” sözcüğü ise, Arapçada sözcük
sonunun “un” şeklinde bitmesi gerektiğini belirten bir gramer terimidir
(Ç.N.).
19 Hacı İbrahim Efendi (öl. 1309/1891), Arapça öğretmek için İstanbul‟da
açtığı, eğitim süresi ilkokul üzerine beş yıl olan “Dâru’t-Ta‘lîm” adlı özel
okuluyla ünlenmiş bir eğitimcidir. Kendisi gençlik yıllarında Hicâz‟a giderek
orada Arap dili ve edebiyatı öğrenmiş ve elde ettiği bu birikimi medrese
yöntemlerinden farklı olarak, dönemine göre çok modern sayılacak bir
tarzda öğrencilerine sunmuştur. Arap diliyle ilgili telif, çeviri ve şerh
(yorum) türünde çeşitli eserleri de vardır. Hayatı hakkında bkz. Bursalı
Mehmed Tâhir, a.g.e., I, 287; Kılıç, Hulusi, “Hacı İbrahim Efendi”, T.D.V.
İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1996, XIV, 481-482 (Ç.N.).
Zafer KIZIKLI
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı:4
456
Dâru‟t-Ta„lîm‟in açılması, gece gündüz Arapçayla uğraşan
bir öğrencinin kısa zaman içinde Arap edebiyatını gerçek
anlamda öğrenebileceğini, hatta Arapça kompozisyon bile
yazabileceğini ispat etti. Bu durum, medrese öğrencileri için
zamanın ötesine geçme kerameti göstermek anlamına geliyordu.
el-Muntehab ve el-Muktadab‟ ise, sonraki aşama olan Sultânî
okullarında, sosyal bilimler ve fen bilimlerinin her çeşidinin
okutulduğu bir ortamda, haftada iki saat Arapça dersi görerek
yine diğer okulla aynı sürede gramer kurallarını oldukça iyi bir
şekilde öğrenmek, anlatım yeteneği kazanmak, okuldan mezun
olduktan sonra kısa bir zamanda da bu eğitimi layık olduğu
dereceye ulaştırmanın mümkün olduğunu kanıtladı. Bu da,
devlet okulları için harikulade bir ilerleme belirtisi demekti. Dil
kurallarını uygulamalı olarak öğrenmekten ibaret olan bu
yöntemlerin, her ikisi de, bire on, belki de bire yüz faydalı meyve
vermeye başladı. Fakat aralarında bir fark vardır: Birincisi20,
yalnızca Arapça öğrenmek için açılmış özel bir okuldaki pratiğe
dönük uygulamalar olarak karşımıza çıkar, ikincisi21 ise, özel
okul ve devlet okullarında uygulanmakla beraber, devlet okulları
için ötekinden daha elverişlidir.
Eskiden beri bilinen ve meşhur olan Arapça gramer
kitaplarından hiç birini okumaya, incelemeye henüz vakit
bulamadığım halde, sadece bu iki kitap sayesinde az çok ibare
sökecek, anlayacak derecede meleke kazandığımı, bu iki canlı ve
hoş kitabın etkisi karşısında istifade etmek için oturup da, az
zaman içinde bir çok şeyleri, hem de ruhlu ve esaslı bir biçimde
öğrenmemenin mümkün olmadığını burada dile getirmeyi gerekli
görüyorum.
Bu kitaplardaki alıştırmalar ve örnekler o kadar çok, o
kadar çeşitli ki, onların yalnızca onda biri, gramer kurallarını
öğrenmek için yeterlidir. Bunun da ötesinde, bu eserler öylesine
birer edebiyat ve dilsel nükte22 hazinesidir ki, değil öğrencileri,
onlara ders veren öğretmenlere bile yıllarca fayda sağlar. Her
20 Bu ifadeyle kastettiği, Hacı İbrahim Efendi‟nin açtığı ve Arapça öğretiminde
yeni bir model oluşturan “Dâru’t-Ta‘lîm” okuludur (Ç.N.).
21 Burada anlatılmak istenen, Mehmed Zihni Efendi‟nin el-Muntehab ve elMuktadab adlı eserlerinin Sultânî okullarında okutulması olayıdır (Ç.N.).
22 Nükte, günümüz Türkçesinde “espri” anlamında kullanılan Arapça bir
sözcüktür, fakat Osmanlı Türkçesinde, “anlamı derin ve ince söz” demektir
(Ç.N.).
Babanzâde Ahmed Nâim’in Arapça Öğretimine Dair Bir Makalesi
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı:4
457
okuyuş ve okutuşta yeni yeni bir takım dilsel gizem ve özellikler
ortaya çıkar.
Bu eserler arasında fiil çekimlerini konu alan elMuntehab‟dan, öğrenciler için zorluğu açıkça ortada olan “i„lâl,
idğâm, ibdâl kuralları”23, ayrı bir bölüm olmaktan çıkarılarak çok
başarılı bir biçimde ve büyük bir ustalıkla kitabın farklı
konularının içine serpiştirilmiştir. Böylelikle, öğrencilere hiç
zahmet vermeden bu kuralların hepsini uygulamalı olarak
öğretme yolu bulunmuştur.
Gramerle ilgili olan el-Muktadab adlı kitaptan da, „âmil24,
ma„mûl25 gürültüleriyle, anlamından çok lafzıyla anlatılan çeşitli
terimler çıkarılmak suretiyle, biçim bakımından kitap ince
görünmekle beraber, tüm gramer kurallarını detaylı olarak
kapsamaktadır. Ayrıca, her konu, Arap edebiyatının şaheser
sözlerinden seçilmiş yüzlerce örnekle, süslü bir hâle getirilmiştir.
Öğretimin o geniş yolunun ıslahına herkesin serbestçe
girebilmesini kolaylaştırmak için sayın hocamız Mehmed Zihni
Efendi‟nin büyük bir hoşgörüyle açtıkları bu muazzam kapıdan
girmek ve orada yol almak zamanı artık gelmiş, çalışkan bilim
gönüllülerinin istek ve güzel niyetlerine kalmıştır. Elbette bu
ilerlemenin son adımını atmış sayılmayız. Bu dili, kolay
öğrenmek için daha bir çok çareler düşünmek gereklidir. Fakat
mükemmel ve bilgece bir biçimde kaleme alınmış, sınırsız değerli
sözlerle bezenmiş böyle eserlerin, o ayardaki olgun kişiler
tarafından öncelikli olarak telif edilmesi gerekmeyteydi.
İşte bu kutsal dili, elimizden geldiği kadar aramızda
yaymaya ve genelleştirmeye hizmet görevinin, gayretli omuzlara
yüklediği faaliyet, kalbe soktuğu şevk ve çaba dürtüsüyledir ki,
Sultânî okul Arapça dersi öğretmenliğine haddim olmayarak
tayin olunduğum günden beri, sayın hocamın eserini takip
etmeyi, bir öğrencilik teşekkürü olarak sürdürmekteyim. Bunun
yanısıra gücüm yettiğince yeni yöntemler araştırmayı, en aziz
amaç bilerek güçsüzlüğüme, eksik yönüme ve görevin ağırlığına
23 Arapçada bir harfin, benzeri olan başka bir harfe dönüştürülmesi ile ilgili
kurallara denir (Ç.N.).
24 Sözcük sonlarının, “e”, “i”, “u” seslerinden hangisiyle biteceğine etki eden
faktördür (Ç.N.).
25 „Âmilin etkisiyle sonu değişen sözcüğe verilen addır (Ç.N.).
Zafer KIZIKLI
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı:4
458
asla bakmadan ona göre çalıştım. Öğrencilerin ellerinde
bulduğum Sultânî okulunun Arapça kitabı, ders nâzırı26 Cemil
beyefendi‟nin “Sarf-ı ‘Arabî”27 adındaki eseriydi ki, bu kitabın
birinci kısmı sonradan yayımlanıp halkın istifadesine
sunulmuştur.
Bu kitap, yeni başlayan çocukların kolayca
anlayabilecekleri bir biçimde açık yazılmış olup, içindeki
morfolojik kurallar oldukça özlü ve sağlamdır. Adeta, eksiksiz
denebilecek derecede mükemmeldir. Yalnız, bilgi edinilmesi kolay
kurallar topluluğunu içeren bu eseri okuturken, öğrencilere
yaptırılacak uygulama ve alıştırmalar ise, ayrıca telif edilmeyip,
bu yönüyle morfoloji öğretmenlerinin zevk ve seçimlerine
bırakılmıştı. Bendeniz de işte bu serbestlikten yararlanma
yolunu araştırarak, bu uygulamayı sadece morfoloji kurallarının
öğretimine ayırmamak, bu kurallarla birlikte doğrudan doğruya
dili de öğretmek; daha birinci sınıftayken Arapçadan Türkçeye,
Türkçeden Arapçaya çeviriler yaptırmak istedim. Denemeye
başladım ve “Temrînât”28 adıyla yayımladığım bu nâçiz eser
ortaya çıktı.
Temrînât, yararlı meyvelerini bahşettiğini gözlemlediğim bir
iki senelik deneyimimin bir ürünüdür. Bu ürünün, en
mükemmel olduğunu iddia etmek gibi bir küstahlıkta
bulunamayacağım açıkça bellidir. Mükemmelliği oranında,
kuralları çok olan bu dilin ilk hamlede konuşup yazma
uygulaması, özellikle morfoloji dersi bile görmemiş çocuklara
öğretimi, ne kadar sıkıntılı olacağı hatıra getirilir ve başka bir
kitabın programı esas alınarak düzenlenen bu modeldeki bir
kitabın, benim gibi bir çaresiz kişi tarafından yazıldığı
düşünülürse, doğal olarak, böylece yanlış ve eksik dolu bir
26 Ders nâzırı, bir okulun eğitim-öğretim ve disiplini ile ilgili baş görevli, bir
türmüdür baş muavinidir. Bkz. Akyüz, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Kültür
Koleji Yayınları, (4. bsk.), İstanbul 1993, s. 405 (Ç.N.).
27 Galatasaray Sultânîsi hocalarından Mustafa Cemil Bey‟in Arap dilinin
morfolojisini ele aldığı bir eserdir. Ahmed Naim‟in daha önce sözünü
ettiğimiz Sarf-ı ‘Arabîye Mahsûs Temrînât adlı çalışması bu eser için bir
alıştırma kitabıdır (Ç.N.).
28 Bu sözcük Arapça “temrîn” sözcüğünün çoğuludur, “alıştırma” anlamında
kullanılır. Yazar, burada kendi kaleme almış olduğu Sarf-ı ‘Arabîye Mahsûs
Temrînât adlı eserinden, kısaca “Temrînât” şeklinde söz etmektedir (Ç.N.).
Babanzâde Ahmed Nâim’in Arapça Öğretimine Dair Bir Makalesi
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı:4
459
şekilde yayınlanmaya kabul edilmesi, iyi niyetten başka bir şeye
yorumlanamaz.
Temrînât‟ın bu birinci bölümünü düzenlemek için, birinci
sınıfın programı olan morfolojinin fiiller ve sahîh isimler29
konusunu mükemmel olarak öğretecek derecede alıştırmaları
çoğaltmakla beraber30, ufak tefek cümleler kurmaya çalışmak
üzere bir çok “çeviri” ve “öğretim kılavuzları” eklenmesi
gerekmiştir. Bu “çeviri” ve “öğretim kılavuzları”nın papağan gibi
ezberlettirilen diyalog metinleri türünden olmaması, öğrenilen
kuralların ve sözcüklerin yardımıyla yapılabilmesi için de gereken
gramer kurallarının olabildiğince özet ve çok kolay
anlaşılabilecek tarzda yazılmasına, ezberlenmek üzere bazı
isimler, fiiller ve edatların bir araya getirilmesine, özen
gösterilmiştir. İsimlerin çoğul şekilleri ile fiillerin mef„ûl ve kipleri,
önemine dayalı olarak unutulmamışdır.
Bundan başka, içerisine küçük küçük pasajlar ve öyküler
de yerleştirilmiştir ki, onlar, içeriği çeşitlendirme düşüncesinin
dışında, parçaları okuma ve ezber metni olarak kullanma
amacına yöneliktir.
Asıl kitabın düzenini göz önünde bulundurarak ve
öğrencilerin zihinlerini bulandırmamak için fiil cümlelerinden işe
başlayarak, isim cümlelerinin oluşum biçimi, “isimler” konusuna
bağlanmıştır ki, bu da bir program izleme zorunluluğundan
meydana gelmiştir.
Bir de gramer kuralları, gelişi güzel oraya buraya
serpiştirilmiş ve düzensiz bir durumda sunulmuştur. Bu durum,
alıştırmalardan amacın gramer kuralları öğretmekten çok, dili
öğretmek ve her türlü mükemmel koşulu bir arada toplamanın
imkansızlığından ortaya çıkmış bir niteliktir.
29 Kök harflerinde, “elif”, “yâ‟” ve “vâv” harfleri bulunmayan isimlere denir
(Ç.N.).
30 Gerek bunların ve gerekse, biraz daha aşağıda sözü edilecek gramer
kurallarının düzenlenmesi için bizim gibi öğrencilerin, serbest ortak malı
olan “el-Muntehab” ile “el-Muktadab”ın mücevher değerindeki ibarelerinden
istediğim gibi tasarruf edişime, intihal adı verilmez sanırım (Ahmed Naim).
Zafer KIZIKLI
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı:4
460
“John Florio”31 ve “Otto”32 metotlarının, ikisinin birden
Arapçaya ilk kez acemice uygulanması anlamına gelen bu karışık
yöntemin, başlangıç durumu ve her türlü eksikliği ile birlikte çok
fazla başarılı olduğunu gönül rahatlığı ve gururla açıklarsam,
bundan dolayı haklı görülmeliyim. Çünkü bir çok derslerle
beraber haftada yalnızca iki saat Arappça dersi gören, bununla
beraber Arapçayla ilgili daha önce bir şey okumamış bulunan
Sultânî okulun birinci sınıflarına yeni başlamış öğrencilerden
pek çoklarını gördüm ki, sene sonunda bir iki satırlık Türkçe
ibareyi Arapçaya, Arapça ibareyi de Türkçeye öğretmenlerinin
yardımlarına ihtiyaç duymadan hatasız çevirebiliyorlar. Her
sözcüğün gerek kullanım yeri, gerekse çekimi ve i„râbı33
hakkında sorulan sorulara çok doğru cevaplar veriyorlar. Bu
metotla, morfolofiyi bitirinceye kadar gramerin de çoğu
kurallarını teorik ve pratik olarak öğrenip birçok sözcük
ezberliyorlar. Bundan başka, sıradan yazılmış Arapça kitap ve
gazeteleri anlayabiliyorlar, anlatmak istedikleri düşüncelerini
yazabileceklerini ispat ediyorlar.
İşte görülüyor ki, öğretim yönteminde reform yapıldıktan
sonra hiçbir bilim ve sanatın öğretiminde zorluk çekilmez.
Anlaşılıyor ki, herhangi bir öğretmen bu yöne kafa yorduktan,
biraz da ders anlatırken elde ettiği deneyimini dikkate aldıktan
sonra, öğretim işinin kolay bir tarafını bulabilir. Çağın
31 John Florio (1553-1625), bir İngiliz dil bilimcisidir. Soyu, Yahudi kökenli
İtalya‟dan İngiltere‟ye göçmüş bir aileye dayanır. 1611 yılında, İtalyanca-
İngilizce bir sözlük hazırlamıştır. Yabancı dil öğretiminde “gramer-çeviri
yöntemi”nin öncülerindendir. Bkz.
http://en.wikipedia.org/wiki/John_Florio, (20.07.2007) (Ç.N.).
32 Jens Otto Harry Jespersen (1860-1943), Danimarkalı dil bilimci ve İngiliz
dili grameri uzmanıdır. Avrupa‟da dil öğretim devriminin öncülerindendir.
Ses bilimi, dil bilimi teorisi, morfoloji, İngiliz tarihi gibi alanlarda akademik
çalışmalar yapmıştır. İngilizcenin uluslar arası dil olarak kabul edilmesini
savunmuştur. Jespersen‟un en ünlü eseri, “How to Teach a Foreign
Language, London 1904” adlı yapıtıdır. Metinde geçen “Otto” sözcüğüyle bu
kişi kastedilir ve onun yabancı dil öğretiminde sözcük yapılarının ve
telaffuzun öğretimine ağırlık vermesinden ötürü, Arapçada da böyle bir
yöntemin uygulanabilirliği vurgulanmak istenir. Bkz.
http://en.wikipedia.org/wiki/Jens_Otto_Harry_Jespersen, (20.07.2007)
(Ç.N.).
33 İ„râb, Arapçada sözcüğün son harfinin, sözcüğün cümle içindeki yerine
veya kendinden önce onu etkileyen herhangi bir edat olup olmamasına göre,
değişime uğraması durumudur (Ç.N.).
Babanzâde Ahmed Nâim’in Arapça Öğretimine Dair Bir Makalesi
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı:4
461
gerekleriyle örtüşmeye gayet uygun olan bu kitabı, erdem ve
bilgiye bir delil olmaktan öte, çaba ve uğraş numunesi olarak,
eksikleri ve yanlışları konunun uzmanları tarafından tamamlanıp
düzeltilmek üzere, yayımlanması için yayınevine teslim etmeye
cesaret ediyorum. Bu dili, başka yöntemlerle daha da kolay
öğretme durumu söz konusu olsa da, bu işe bir kere başlamış
bulunmaktayım. Deneyimlerim aracılığıyla, bu yöntemle halkın
önüne koyduğum örneği tamamlamak ve başarı meyvesini
sonuna kadar görmek istiyorum. Başka bir metoda yönelmeyi
uygun bulmuyorum. Bundan dolayı, geleceğe hizmet için hayırlı
bir sunuş yazısı olması dileğiyle, gerek “Sarf-i ‘Arabî”nin, gerekse
ona ait olan bu “Temrînât”ın yakın bir zamanda baskısının
tamamlanarak yayımlanmasını Cenâb-ı Allah‟tan dileyerek,
sözümü burada bitiriyorum. Ey Rabbim! Başarı ihsân eyle,
iyilikle sonuçlandır. Âmîn.»
Ahmed Naim.
Sonuç
Babanzâde Ahmed Naim‟in gözünde, Arapça sıradan bir
yabancı dil değildir. Müslüman Türk milletinin kutsal
metinlerinin dilidir. Türk bilginlerinin asırlardır kendi eserlerini
yazdıkları ve diğer Müslüman milletlerle iletişim kurdukları ortak
bir dildir. Bu yüzden Arapça, milli mirasının bir parçası olarak
kabul edilmeli, sadece Arapların sahiplenecekleri bir değer
olmaktan öte, tüm Müslüman milletlerin, özellikle de Türklerin
malı olarak görülmelidir. Babanzâde Ahmed Naim, dinî ve millî
kaygılarla Arapçanın Türkler tarafından öğrenilmesini hararetle
savunur. Ona göre Arapça, yeni nesillerin kendilerinden
öncekilerin yazdıklarını anlayabilmesinin ön şartıdır. Arapça
öğretimi konusunda ise, medreselerde okutulan klâsik kitapları
eleştirerek yeni metotlar geliştirilmesinin gerekli olduğu
görüşündedir.
Babanzâde Ahmed Naim‟in düşünce dünyası ve inandığı
değer yargıları hakkında epeyce doyurucu bilgiler veren bu
makale, onun gelenekçi, muhafazakâr Müslüman portresini
ortaya koymasının yanısıra, yazıldığı dönemdeki İslâmî
duyarlılığın, Arap diline karşı gösterilen ilginin ve bu dilin Türk
ve İslâm kültüründeki yerinin kavranabilmesi bakımından da
örnek bir metin niteliği taşır.

Konular